21 Temmuz 2021 Çarşamba

Edward Grey'in Sultan Abdülhamid Hakkındaki Değerlendirmesi

İngiltere Hariciye Vekili Edward Grey'in düşmanı olduğu Sultan Abdülhamid hakkındaki değerlendirmesi ibretlidir (Ahmet Kabaklı, "Temellerin Duruşması" (15. baskı, Mayıs 1992), s. 133):































İlave: The Washington Times, 12 Şubat 1918: Abdülhamid bilahare Avrupa'daki en geniş kapsamlı casusluk sistemlerinden birini örgütledi ve ajansları aracılığıyla ve diplomasideki ustalığıyla yıllarca yurtiçinde ve yurtdışında ciddi komplikasyonları bertaraf etti. (Prof. Dr. Metin Hülagü)



12 Haziran 2021 Cumartesi

Sabahattin Ali nasıl ve niye çark etti?


Ahmet Kabaklı, "Temellerin Duruşması" (15. baskı, Mayıs 1992), s. 301:



8 Mayıs 2021 Cumartesi

Reşid Galip ile ilgili bir Anekdot

Ahmet Kabaklı, "Temellerin Duruşması" (15. baskı, Mayıs 1992), s.303:


 















Buna karşı Hıfzı Veldet ateş püskürmüş (31.11.1980):










































Aşağıdaki resim D. Mehmet Doğan'ın bir Twitter mesajından alınmıştır:



1 Mayıs 2021 Cumartesi

Putçuluk İlleti-3

























Ahmet Kabaklı, "Temellerin Duruşması" (15. baskı, Mayıs 1992), s.247:





























Aşağıdaki metin "1946 Eğitim Şûrası üyesi Edirne Orta Ticaret Okulu Müdürü Cihat Özüak’ın yazdığı şiir" olarak bir Twitter hesabında verilmiş (ozlemdogan_):






















Son resim: 22 Mart 1949 Akşam (Mustafa Armağan'ın Twitter hesabından)

25 Nisan 2021 Pazar

Tek Parti Döneminde İslâm Düşmanlığı


Ahmet Kabaklı, "Temellerin Duruşması" (15. baskı, Mayıs 1992), s. 242:


















s  188:



























s. 192:


















14 Mayıs 1947 Cumhuriyet (*):










Cumhuriyet, 7 Eylül 1934 (*):















(*) M. Armağan'ın Twitter hesabından.

12 Nisan 2021 Pazartesi

Mehmed Akif'in Sultan Abdulhamid'e Yönelik Çirkin Sözleri

Murat Bardakçı makalesinde şöyle demiş:

"1908’de ilân edilen İkinci Meşrutiyet’in ardından yayın hayatına giren ve düşünce tarihimizde çok önemli yeri olan “Sırât-ı Müstakim” dergisinde başyazarlık yapan Âkif, “salgın” ve “dua” hususlarına derginin 17 Kasım 1910 tarihli sayısındaki “Koleraya Dair” başlıklı makalesinde temas ediyor. ... İşte, Âkif’in başyazısı:

“Aldığımız mektupların birinde deniyor ki :

“Bir zamanlar memlekete kolera gibi, veba gibi müstevlî bir hastalık gelince fedakârlık yapılarak para ile hafızlar tutulur ve memleketin etrafı devrettirilirdi. Bugün İstanbul’da, civar vilayetlerde koleradan epeyce telefat olduğu rivayet ediliyorken hiç öyle bir teşebbüste bulunmak kimsenin aklına gelmiyor. Sırat-ı Müstakim hükümete bu eski fakat dindarane usûlü ihya etmesini tavsiyede bulunsa büyük bir hayır işlemiş olacak...”

Evet, öyle bir eski usul vardı, lâkin hiçbir vakit dindarane değildi! Hükûmet-i sâbıka mevkini tahkîm için millete savlet eden felâketlerden bile istifade etmek isterdi, yoksa sârî hastalıklara karşı nizâmat-ı sıhhiyeyi tamamiyle tatbikten başka bir tedbir olamayacağını pekalâ bilirdi.

Yıldız’da yüksek sesle tilâvet edilen Buharîler hastalığı defetmek için değil, safdil halkın hissiyat-ı diniyesini okşayarak huluskâr bir padişaha ihlâs celbetmek içindi. Yoksa bir taraftan tâ Rusya hududundaki koleranın gölgesinden ürkerek sarayında en sıkı tedâbîr-i tahfîziyeyi ifâ ettiren; diğer taraftan külhanlar dolusu kütüb-i diniyeyi cayır cayır yaktıran adamın Buhârîler’e, salât ü selâmlara zerre kadar ehemmiyet vermeyeceğini azıcık düşünenler pek kolay kestirebilirdi.

İyice bilmeliyiz ki gerek münferid, gerek sârî ne kadar hastalık varsa, izâlesi için tabâbetin tavsiye edeceği tahaffuzî, şifâî tedâbîrden başka yapılacak birşey yoktur. Esasen bir köylünün bile yakînen bilmesi icabeden bu basit hakikat, bizi öteden beri pek çok aldattıkları için, hâlâ olanca vuzûhuyla gözümüze çarpamıyor.

Şeriat-ı Garra-yı İslâmiye’nin tababete ne büyük bir mevki verdiğini hepimiz biliyoruz da sonra iki üç riyakârın sözüyle yine o şeriata istinad ederek en celî hakikatlere karşı iğmaz-ı ayn ediyoruz!

Hazret-i Peygamber “Cenab-ı Hak hiçbir hastalık vermemiştir ki devâsını da vermiş olmasın. O halde o devâyı aramalısınız.” buyuruyor. Tababetten başka bir şey olmayan ilm-i ebdânı ilm-i edyan kadar takdir buyuran Peygamber’den o devânın dua kitaplarında aranması lâzım geleceği gibi bir işaret yahud bir tasrih ise asla vâki olmamıştır.

Ne hâcet! Suret-i kat’iyede tahrîm ettiği şarabı hazık bir tabibin sözü üzerine tahlil eden; tababeti alelâde san’atlar derecesinde tutmak şöyle dursun, “tahsili farz-ı kifâyedir” diyen bir din-i semavî nasıl olur da etıbbânın vazifesine müdahale eder?

Eâzım-ı eslâfın tercüme-i hallerini, eserlerini okurken pek çoklarının tabip olduklarını, zamanlarındaki terakkiyat-ı tıbbiyeyi tamamiyle ihâtâ etmiş bulunduklarını görmüyor muyuz? Hükemâ-yı İslâm’dan tababetle uğraşan yalnız İbni Sînâ ile Ebûbekir Râzî değildir. Pek çok ekâbir-i ümmet aklın, naklin bu san’at-ı celîleye verdiği mevkî-i hürmeti hakkıyle takdir ederek fevkalâde çalışmışlar, bulundukları asra göre fevkalâde yararlıklar göstermişlerdir.

Bir zamanlar tababetin okur yazar fırka için tahsili mecburî fünûn sırasında bulunduğuna ise medreselerimizin ismi delâlet ediyor.

Herkesçe ma’lûm olan bu hakaiki tekrardan maksadımız okumakla, üflemekle hastalık müdâvâtına kalkışmak zannedildiği gibi dindarâne bir usûl olmadığını, bizim dinimize asla böyle birşey sığmayacağını söylemektir.

Kur’an-ı Kerim hastalara, ölülere okumak için nâzil olmamıştır. Kur’andaki şifa, cehelenin anladığı gibi değildir!...

Fıkra-i meşhurdur ya : Arabînin biri uyuza tutulmuş develeri için Hazret-i Ali’den dua istemiş; müşarunileyh de uyuza karşı en me’sûr duaların katran kadar müessir olamayacağını söylemiştir.

Hazık tabiplerimiz “Koleraya karşı en nâfi bir tedbir-i şahsî varsa o da yiyeceğe, içeceğe yani ‘himye’ye dikkatten ibarettir” diye bağırıp dururken hâlâ bir çoğumuz -mütevekkîlen alâllah- pisboğazlıktan geri durmuyor! Doğrusu tevekkülü pek iyi anlamışız!

Allah aşkına olsun din-i hâlis ile riyayı birbirinden ayıralım; mahz-ı hayat olan Şeriat-ı İslâmiye’yi cehaletimize, meskenetimize, hamakatimize bir hüccet gibi irad edip durmayalım. Lübb-i şeriatı Kitabullah’tan, Siyret-i Resul’ü hadisten alamayacaksak Kitabullah ile, Sünnet-i Resul ile âmil olan hakikî Müslümanlar’ı pîşva ittihaz edelim.

Yoksa, din ile aralarındaki mesafe bu’dü’l-maşrikeyn olan cehele-i cemaate yahut hezele-i ümmete uyacak olursak koleralar, vebalar hakkımızda ayn-ı rahmettir!”.

Not: Bu yazı buraya şu web sayfasından alınmıştır:

https://www.haberturk.com/yazarlar/murat-bardakci/2634778-mehmed-akiften-salgina-karsi-tavsiyeler



25 Mart 2021 Perşembe

Boraltan Faciası

 Türkiye Gazetesi, 24 Mart 2021:








20 Şubat 2021 Cumartesi

13 Şubat 2021 Cumartesi

Nutuk Doğru mudur?

Tan, 3 Nisan 1939:






























(Yukarıdaki resimler Mustafa Armağan'ın Twitter mesajlarından alınmıştır.)

İsmet Bozdağ da şöyle der:

"Mustafa Kemal tarihi doğru anlatmıyor, yani hepsini anlatmıyor, bir parçayı vermiş üst tarafı karanlık."

M. Kemal'i sevdiğinden şüphe duyulmayan Cemal Kutay bile şöyle demiştir: "Mustafa Kemal ne yazık ki kendi nutkunda Milli Mücadele'nin kuruluşunu hakiki olarak anlatmamıştır."

bkz. 13 Haziran 1995 tarihli Sabah gazetesinin 26. sayfası

Yalçın Küçük: "Mustafa Kemal'in Anafartalar'daki rolü de ehemmiyetsiz diyorum. Türkiye Cumhuriyetinin başkanı olduktan sonra geçmişini güzelleştirdi." - bkz. 3 Aralık 1986, günlük gazeteler













Derleyen: Murat Yazıcı

7 Şubat 2021 Pazar

Çanakkale, 18 Mart ve Mustafa Kemal

"Mustafa Kemal'in Anafartalar'daki rolü de ehemmiyetsiz diyorum. Türkiye Cumhuriyetinin başkanı olduktan sonra geçmişini güzelleştirdi." - Yalçın Küçük, 3 Aralık 1986, günlük gazeteler

"Mustafa Kemal için, 'Anafartalar'daki rolü önemsiz' diyorum. Neden Anafartalar Kahramanı diyoruz ? (Halbuki) Mustafa Kemal bu savaştan sonra bir anlamda açığa alınıyor, terfi ettirilmiyor." - Yalçın Küçük, Ekim 1986 (Erkekçe dergisi, Ekim 1986, s.169 (Turgut Özakman, “Vahidettin, M. Kemal ve Milli Mücadele”, s.100-102))

"18 Mart 1915 bir deniz zaferidir. Türk topçusunun ve Cevad Paşa'nın eseridir. Piyade işe karışmamıştır. Ne Atatürk, ne başka bir kumandanın bir rolü yoktur. Zira savaşa girmemişlerdir." - Yılmaz Öztuna, Tercüman, 31 Mart 1988

"Çanakkale, Atatürk'ün eseri midir ? Şüphesiz böyle bir hüküm kabul edilemez. Zaten ilmî olarak münakaşa konusu bile olamaz. 18 Mart Zaferi ile hiçbir ilgisi yoktur. Asıl Çanakkale Savaşlarında da, pek çok başarılı general ve subay vardır. Nihayet Çanakkale, yarım milyon Türk şehidinin ve gazisinin eseridir. 20 yaşlarında henüz yüksek tahsillerini bitirmiş körpecik yedek subayların ateşli vatanseverliklerinin eseridir. " - Yılmaz Öztuna, Tercüman, 31 Mart 1988

"Bu savaşta Atatürk'ün yeri neresidir ? Açıkça söylemek gerekir ki, bir kere bu tarihte daha Atatürk falan yoktur... Bir erkanı harp kaymakamı Mustafa Kemal Bey vardır ki, Tekirdağ'da yeni kurulan ve 23-25 Şubat'ta Eceabat Limanına intikal edip kolordu yedeğine alınmış bir tümenin komutanı, Osmanlı ordusunun o cephedeki 1887 subayından biridir, hepsi bu... Tümeninin de, kendisinin de deniz savaşında aktif bir görev alması da zaten söz konusu değildir: Çünkü tümen bir piyade tümenidir!" - İlhami Soysal, Milliyet Gazetesi, 30 Mart 1988.

Nazım Hikmet'i Kim Hapse Attı?

 







31 Ocak 2021 Pazar

O hayvan kafalıdır! (Cemal Granda)

 











Hikmet Bayur niçin Kabil'e sürülmüş? (Cemal Granda)

 









Armstrong'un Kitabından Sayfalar

 





















Cemal Granda:



Abdestsiz Namaza Gidenler

 Cemal Granda, s. 252:


Amerikalılar Türkmüş

Cemal Granda:




















Armstrong Az Bile Yazmış

 Cemal Granda:

























s. 114'deki şu ifade Armstrong'da anlatılanların doğru olduğuna delalet ediyor:




30 Ocak 2021 Cumartesi

Karabekir'in Kitaplarının ve Belgelerinin Yakılması

Ugur Mumcu, Kazım Karabekir Anlatıyor, 30. baskı, um:ag Vakfı Yayınları:21, Şubat 2019, Ankara.

Önsöz:




















s. 119:



Heykel Modası Ne Zaman Çıkmış

 Dr. Rıza Nur:



27 Ocak 2021 Çarşamba

KARABEKİR’İN KIZI GENELKURMAY’DA SORMUŞTU

İLKER Başbuğ’un Genelkurmay Başkanı olduğu dönemde, İstiklal Savaşı’nın dört büyük komutanı hakkında panel düzenlenmişti.

Atatürk, İnönü ve Fevzi Çakmak’tan sonra Kazım Karabekir Paşa da Genelkurmay’da düzenlenen toplantıda anılmıştı. Bunların arasında en ilginç olanı Kazım Karabekir Paşa’yla ilgili olanıydı. Panelistler Kazım Karabekir’in İstiklal Savaşı’na yaptığı katkıları anlattılar. Düzenli orduya sahip olan bir komutan olarak Atatürk’ün emrine girmesinin öneminden söz ettiler. Karabekir Paşa’nın “Eytam Mektepleri” kurarak yetim kalan çocukların eğitimiyle ilgilendiğini anlattılar. Paşa’nın sanat ve musikiye olan ilgisinden söz etmişlerdi. Anma toplantısına Kazım Karabekir’in kızları Hayat Hanım’la Timsal Hanım da katılmıştı.

CEVABI VERİLEMEYEN SORU

Panelin sonunda Timsal Hanım, Cumhuriyet’e bağlılığı öne çıkaran, gürül gürül akan bir konuşma yaptı. Hayat Hanım ise biraz durgundu. Söz aldı, tek bir soru sordu: “Burada babamın İstiklal Savaşı’na verdiği destek anlatıldı. Cumhuriyet’in kuruluşundaki rolü vurgulandı. Bunlar doğruydu. Her şeyi anladım ama bir şeyi anlamadım. Peki babam bu kadar yararlı işler yaptı, bu kadar önemli biriydi de neden 1927 ile 38 arasında her gün karakola imza vererek yaşamak zorunda bırakıldı?”

Bu soru üzerine salonda buz gibi bir hava oluştu. Panele ara verildi. Dışarı çıktık, İlker Paşa ile sohbet ediyorduk. Bir meslektaşımız Hayat Hanım’ın sorusunu hatırlattı. İlker Paşa’nın yüzünün şekli değişti. Aradan çok zaman geçtiği için ne yanıt verdiğini hatırlayamıyorum ama ondan sonra bu tür bir program yapılmadı.

Abdülkadir Selvi, 27 Ocak 2021

16 Ocak 2021 Cumartesi

Kemal mi, Kamal mı?!

 Cemal Granda,  "Atatürk'ün Uşağı İdim", Hürriyet Yayınları, 1973.







Yılmaz Öztuna: Sultan Abdülhamid Hakkında
















Bugün Türkiye'de artık Kızıl Sultan diyen kalmadı. Herkes, bu unvanın padişaha, bugün Doğu Anadolu'yu oluşturan 6 Osmanlı Eyaleti üzerinde, bir Ermenistan kurdurmayıp, Ermeni isyanlarını bastırdığı için, bir Fransız tarihçisi tarafından yakıştırıldığını biliyor (*).

...

İttihatçılar için ''Devlet'i 10 yıl idare edebilirlerse, bir asır idare ettik diye sevinsinler'' kerâmete benzer cümlesini söyleyerek tahttan ayrıldı. Bu bilgelik, 33 yıllık engin bir imparatorluk tecrübesinden kaynaklanıyordu. (**)

Denebilir ki Sultan Abdülhamid, İslam dünyasında ve tarihinde, jenlerinde imparatorluk yönetimi yeteneğini taşıyan son şahsiyetti.

10 Şubat 1918'de İstanbul'da Beylerbeyi Sarayı'nda öldü. 75 yaşını 4 ay ve 9 gün geçiyordu. Birinci Cihan Savaşı denen en büyük trajedinin son yılı idi. İstanbul sokaklarında açlıktan sinek gibi düşen insanların cesetlerini çöpçüler topluyorlardı.
...

Orta Afrika ile Orta Avrupa arasında uzanan bir imparatorluğu, emperyalizmin en azgın döneminde 33 yıl ayakta tutan bir devlet adamının o derecede çeşitli hasımları bulunması tabiidir.

İsrail'i kurdurmadığı için Yahudiler, Ermenistan'ı kurdurmadığı için Ermeniler, savaşla yendiği için Yunanlılar, devamlı politik kombinazonlarla hakan-halife tarafından atlatılmaktan başları dönen Batılılar, Asya'daki prestijinden ürken İngilizler, Sultan Abdülhamid'i devirmek için elbirliği ettiler. 

...

Hakkında vagonlar dolusu iftira, isnat, yalan ve yanlış yazıldı. 1908'de iktidara gelen İttihatçılar, Midhat Paşa'yı hürriyet kahramanı ve Sultan Abdülhamid'i neredeyse vatan haini ilan ettiler. Cumhuriyet döneminde aynı zihniyet devam etti.

1950'den sonra gerçeği gösteren yayınlar da başladı. En ilmîsi, İsmail Hami Danişmend'in Kronoloji'sinin 4.cildidir. Bunun yanında ilmî olmayan, fakat Sultan Hamid'i savunan kitaplar yazıldı.

Ancak Sultan Abdülhamid'in itibarının gerçek iadesi, benim 1968'de yayınlanan Türkiye Tarihi'min 12.cildi ile oldu. Bir takım fikir yobazı mihraklar ne oluyor diye sarsıldılar. Ama kimse gık diyemedi. Zira kitabim 60,000 sattı. 

Türkiye Tarihi'nin 11. cildi çıktığı zaman, Türk Tarih Kurumu'nun başkanı ve bir üyesi, genel yayın müdürü olduğum Hayat müessesesine gelerek, Kurum'a üye seçileceğimi bildirmişlerdi. 12.cilt yayınlandı ve üyeliğim konusu kapandı.

Yılmaz Öztuna, Tarihten Portreler, 23-24 Nisan 1991

(*) İsmail Hami Danişmend de diyor ki: "Fransız müverrihlerinden Albert Vandal'ın ortaya attığı ''Le Sultan Rouge = Kızıl Sultan'' .. Hıristiyanlık taassubu ile Anadolu'nun yarısını Ermenistan görmek isteyen bir takım Türk düşmanlarının bu gibi herzeler ve hatta küfürler savurmaları pek tabiidir: Fakat Ermeni komitecisine karşı Türk'ün hakkını koruduğu için mutaassıp Fransız'ın ortaya attığı "Sultan Rouge" lakabını Türkçeye tercüme edip de Sultan Hamid'e Kızıl Sultan diyen Jön Türklerin ve onları takip edenlerin yüz kızartıcı gaflet ve cehaletlerine ne denilebilir?"

(**) 33 yaşındaki toy başkomutanımız Enver Paşa, 4 yıllık savaşın ilk yılı içinde en güçlü 2 ordumuzu Sarıkamış ve Gelibolu'da harcamıştı, çoğunluğu 18-25 yaş arası delikanlılar oluşturuyordu. Bir daha asla olmasın! - Yılmaz Öztuna, 10.02.2010, Türkiye Gazetesi