18 Kasım 2010 Perşembe

Kamalizm

İstihbaratımıza nazaran, Atatürk'ün taşıdığı Kamal adı Arapça bir kelime olmadığı gibi Arapça "Kemal" kelimesinin delalet ettiği manada da değildir. Atatürk'ün muhafaza edilen özadı, Türkçe "ordu ve kale" manası olan Kamal'dır.

İmza: Anadolu Ajansı bülteni, 4 Şubat 1935.

Bütün Avrupa faşizmin cihana getirdiği emniyet ve neşe ile ona doğru atılırken, faşizmin bu suretle sanki pek tehlikeli bir şeymiş gibi görülmesi beni derin düşüncelere sevketti. Faşizm korkulacak bir şey addolunamaz. Bilakis bizim gibi inkılap yapmış ve onu yaşatmaya azmetmiş milletler için faşizmden çıkarılacak düsturlar vardır.

İmza: CHP Dersim milletvekili Feridun Fikri Bey, Yenigün gazetesi, 1923.

Faşizm bir vatan ideali etrafında iktisadi refahı, siyasi ve içtimai ahengi tesis etmeyi düşünür. Biz, faşist milliyetperverliğin dünkü galeyanında hem mazimizi hem istikbalimizi görürüz.

İmza: Hamdullah Suphi Tanrıöver, Türk Yurdu dergisi, 1930.

Rusya'da nasıl komünizm, İtalya'da nasıl faşizm varsa, bizde de Kemalizm olmalıdır.

İmza: Ali Naci Karacan, İnkılap gazetesi, 2 Kanunuevvel 1930.

Kamalizm yalnız yaşamak dinini aşılayan ve bütün prensiplerini ekonomik temeller üzerine kuran bir dindir.

İmza: CHP Edirne milletvekili Şeref Aykut, "Kamalizm-CHP Partisi Programının İzahı" isimli kitap, 1936.

Türk yığınlarının terbiyesi için Moskova'nın yığın terbiyesi metodları, devletçi Türk iktisatçılığı için de faşizmin korporasyon metodları benimsenmelidir.

İmza: Falih Rıfkı Atay, "Faşist Roma, Kemalist Turan" adlı kitabının önsözü, 1931.

Faşist İtalya ile devrimci Türkiye arasındaki dostluk tabiidir.

İmza: Yunus Nadi, Cumhuriyet gazetesi, 22 Mayıs 1932.

Alman başvekili Hitler diyor ki: "Türkiye'de doğan ve parlayan yıldız bize takip edilecek yolu gösterdi. Gazi öyle bir şahsiyettir ki ebediyyen asrımızın en büyük adamlarının en ön safında bulunacaktır. Bu mevki, tarihin ona verdiği bir haktır. Faaliyet gayeleri aynı olan Büyük Türk Milleti ile Alman Milleti arasında sempati çok kuvvetlidir."
 
İmza: Mahmut Soydan, Milliyet gazetesi, 16 Temmuz 1933.

Engin Ardıç, "Kurban kavurması" başlıklı makale, Sabah Gazetesi, 18 Kasım 2010

10 Kasım 2010 Çarşamba

Bir asın bakalım, ne olacak...



Cumhuriyet devrinde ‘Kemalist’ değil, ‘İttihatçı’dır. İzmir Suikasti denilen meş’um hadisesiyle hiç bir ilgisinin olmadığını İsmet Paşa da “Hatıralarım’da anlatır. Fakat bu iğrenç suikast teşebbüsü muhalefet yapabilecek isimlerin ‘temizlenmesi’ için kullanılır. Cavit Bey, korkunç bir haksızlıkla, 26 Ağustos 1926’da idam edildi.

Suçsuzluğundan ve beraat edeceğinden o kadar emindir ki, ancak bir kaç satır yazılmasına izin verilen eşine, çıktığında okumak üzere uzun mektuplar yazmıştır, bu mektuplar, oğlu Şiar’ın önsözüyle Liberte Yayınları tarafından “Zindan’dan Mektuplar” adıyla yayınlanmıştır.

İki yaşındaki oğlu Osman Şiar’a yazdıkları da İletişim yayınları tarafından “Şiar’a Mektuplar” adıyla yayınlandı..

Duygulu, içli, gözyaşlarıyla ve adalet çığlıklarıyla dolu, edebi değeri yüksek mektuplardır.

Cavit Bey’in idamını Takrir-i Sükun döneminin olağanüstü şartlarına bakarak değerlendirmek gerekir. Metin Toker, İsmet Paşayla On Yıl kitabında şöyle yazar:

“İyi bir bilenden işittiğim hikayeyi anlatayım. İzmir suikastinden sonra Maliye Vekili Cavit Bey, Selanikli ve dünyanın sarraflarıyla, mali çevreleriyle ilişkileri sıkı. Bunlar ve Türkiye’deki yakınları bir kampanyaya girişmişler: Cavit Bey idam edilemez, zira Cavit Bey eğer idam edilirse bütün garp alemi, farmasonlar, bankacılar Türkiye’nin aleyhinde cephe alırlar! Propaganda Mustafa Kemal’e kadar aksettirilmiş, Gazi düşünmüş ve şöyle demiş:

“- Bir asın bakalım, ne olacak...”

Taha Akyol, Milliyet Gazetesi, 25 Ekim 2010

Tabutuna haciz konmuştu

Geçen hafta son padişah Sultan Vahideddin’in enkaz üzerine tahta oturduğu ve bu şartlarda Anadolu hareketini başlattığı anlatılmıştı. Padişah, Anadolu’daki mukavemet hareketlerini bir elden sevk ve idare ederek, bunu düşmanlara karşı bir koz olarak ileri sürmeyi ve bu sayede avantajlı bir sulh yapabilmeyi umuyordu.

SULTANAHMED’DE ASACAĞIZ!

Anadolu’da birbiri ardına zafer haberleri geliyordu. Muzaffer Ankara artık başka bir otoritenin altında hareket etmeye niyetli değildi. Malta sürgününden dönen İttihatçılar Anadolu’ya geçerek burada tekrar hâkimiyeti ele geçirmeye başlamıştı. Nihaî zaferin kazanılmasından iki ay sonra Rıza Nur’un saltanatın kaldırılması hakkında Ankara’daki meclise verdiği kanun teklifi reddedildi. Bunun üzerine 1 Kasım 1922 günü Kemal Paşa “Buradakiler bu oldu-bittiyi kabul ederse ne âlâ! Aksi takdirde bu iş yine olacak, ama ihtimal bazı kafalar kesilecektir” meâlindeki tarihî konuşmasını yapınca muhalif mebuslar “Biz hâdiseyi başka açıdan değerlendiriyorduk. Şimdi aydınlandık” dediler. Kanun sadece (1926’da asılan) Lâzistan Mebusu Ziya Hurşid‘in muhalefetiyle kabul edildi.

Padişaha içeriden ve dışarıdan gelen baskılar dayanılmaz bir hâl aldı. Gazetelerde her gün aleyhte ve hakaretâmiz yazılar neşrediliyordu. Kanun-ı Esasî gereğince padişah hükûmet icraatından mes’ul olmadığı hâlde, her kötü işin sebebi olarak görülüyordu. Saraya tehdit mektup ve telgrafları yağıyordu. Nitekim Kırşehir Mebusu Yahya Galip padişaha “İstanbul’a geldiğimizde seni Sultanahmed Meydanında asacağız. Karılarını kızlarını da askerlere vereceğiz” diye telgraf çektiğini yıllar sonra neşredilen hatıralarında itiraf etmiştir. O arada Nureddin Paşa, Ali Kemal Bey’i linç ettirdi; padişaha da böyle yapacağını açıkladı.

Bu esnada Ankara meclisi padişahı vatana hıyânet ile itham eden teklifi kabul etti. Padişah can ve ırzının emniyette olmadığını anladı. Siyasî bir buhrana ve iç savaşa sebep olmak istemedi. Ortalık yatıştıktan sonra tekrar geri dönmek niyetiyle hicrete razı oldu. Sonradan “Yaşamak imkânsız olan yerden hicret, Hazret-i Peygamber’in sünnetidir” diyerek kendisini müdafaa etmiştir. Nihayet saltanatın kaldırılmasından iki hafta kadar sonra, 17 Kasım 1922 Cuma sabahı Malaya adlı İngiliz kruvazörü ile şehri terk etti. O zaman İstanbul işgal altında olup, bunun haricinde bir vasıta ile seyahate çıkmak zaten mümkün olmadığından İngiliz gemisiyle gidişini tenkit etmek yersizdir. Ankara padişahtan kurtulduğuna çok sevindi.

Yanında oğlu ve yakın bendegânıyla Malta’ya çıktıysa da İngilizlerin niyetini anlayarak buradan Mısır ve Hicaz‘a gitti; ama fazla kalamadı. Padişahken yaşadıklarını anlatan iki beyannâme neşretti. Gençliğinde İstanbul’a gelen ve o zamanlar veliahd olan Vahîdeddîn Efendi’den yakın alâka gören İtalya Kralı Vittorio Emanuele vefâ göstererek kendisini İtalya’ya davet etti. Padişah 1923 senesinde San Remo şehrine yerleşti. İçinde düştüğü büyük sıkıntıya rağmen, kendisine bir generalini göndererek, yardımcı olmak ve saraylarından herhangi birini tahsis etmek isteyen Kral’ın teklifini, “Ben bütün Müslümanların ruhanî reisiyim. Peygamber postunda oturuyorum. Bu sıfat, kendi dinimden olmayan bir zâtın teklifini kabulden beni meneder” diyerek kibarca geri çevirmişti.

Padişah memlekete dönmekten artık ümidini kesmişti. Burada acı ve sıkıntı içinde geçen bir sürgün hayatından sonra, 16 Mayıs 1926 günü yatsı namazını müteakip geçirdiği kalp krizinden vefat etti. Cenazesi Şam’a getirilerek Selimiye Câmii hazîresine defnedildi. Vefat haberini, Adana’da bir akşam yemeği sırasında, Roma büyükelçisinin telgrafından öğrenen Reisicumhur Mustafa Kemal’in, “Çok namuslu bir adam öldü. İsteseydi sarayın bütün mücevherlerini götürür ve öyle bir ordu kurup geri dönerdi ki...” demekten kendisini alamadığı söylenir.

YAPARSA O YAPAR!

Sultan Vahîdeddin zeki ve çabuk kavrayışlıydı. Sakin, ciddî ve tedbirli idi. Az konuşurdu. Mütevazı ve iktisatlı bir yaşantısı vardı. Sultan Hamid’in en çok bu kardeşini sevdiği, tahttan indirildikten sonra bir gün: “Vahîdeddin Efendi devleti iyi idare eder. Yaparsa o yapar. Şayet ona da mâni olurlarsa, bizim hâne dağılır, yok olur!” dediği rivayet olunur. Arada Sultan Reşâd olmayıp da, Sultan Hamid’den sonra tahta çıksaydı, belki de İttihatçıların hatalarını önleyecek, felâketlerin önüne geçip, devleti, asrının güçlü devletleri arasına sokacak kudret ve kıymette idi. Babası gibi Nakşî olup, Gümüşhânevi tekkesinden Ömer Ziyâeddin Dağıstanî’nin muhibbiydi. Hatta vefatı üzerine şeyhin bastonunu hatıra olarak almıştır. Eşi az görülebilecek kadar namuslu olduğu, vatanından koparken yanında pek cüz’î şahsî varlığından başka bir şey götürmeyişi, hatta son maaşını da “O ay çalışmadığı” gerekçesiyle hazineye iade edişinden bellidir. Ayrılışının üzerinden henüz 4 yıl geçmeden vefatında esnafa olan borçlarından dolayı tabutu 15 gün haczedilerek cenazesi kaldırılmamış; sağdan soldan toplanan para ile borcu kapatılarak tabut kurtarılmıştır. Yastığı altında parasızlıktan alamadığı ilaç reçeteleri çıktı.

Prof. Dr. Ekrem Buğra Ekinci, 10 Kasım 2010

Son Padişah tahtını nasıl kaybetti?

Saltanatın kaldırıldığı tarih 1 Kasım 1922’dir. Böylece 6 küsur asırlık bir devlet maziye gömülüyor, onun mirası üzerinde yeni bir rejim kuruluyordu. Artık bir hükümdar bulunmadığına göre bu rejimin adı cumhuriyet idi. O halde cumhuriyetin ilânı 29 Ekim değil, 1 Kasım demektir. Türk tarihinde bir dönüm noktası olan bu gün tahtını kaybeden hükümdar da tarihin en münakaşalı şahsiyeti hâline gelmiştir.

BİR ENKAZIN ÜZERİNE OTURDU

Sultan Vahîdeddin, Sultan Abdülmecid‘in oğullarının en küçüğüdür. Üç aylıkken annesini ve bir ay sonra da babasını kaybetti. Şehzâde iken, yaveri Mustafa Kemal Paşa ile beraber, Almanya ve Avusturya’ya resmî ziyarette bulundu. İttihatçılara şiddetle muhalifti. Onların memleketi felâkete sürüklediğini görüyordu. Bu sebeple İttihatçı erkânı şehzâdeyi devamlı göz hapsinde tuttular; hatta bir ara ortadan kaldırmaya teşebbüs ettilerse de muvaffak olamadılar. 4 Temmuz 1918’de ağabeyi Sultan Reşad’ın vefatı üzerine tahta çıktı. Osmanlı Devleti’nin son kılıç alayı 31 Ağustos’ta tertiplendi.

Ancak bu sıralarda Cihan Harbi’nin korkunç neticeleri alınmak üzereydi. Suriye cephesinin çökmesi üzerine 30 Ekim 1918’de Mondros Mütârekesi imzalandı. Mağlubiyetin vesikası olan bu mütârekeyi imzalayan Rauf Bey (Orbay) ve diğer delegeler saraya arz-ı tazimat için geldiklerinde, padişah kendilerini kabul etmedi. Memleketi harbe sokan İttihatçı reisleri mütârekeden hemen sonra yurt dışına kaçtılar. Sultan Vahîdeddin’in elinde ancak düşmana teslim olmuş ve milletin sefalet içine düştüğü bir ülkeyi idare etmek kaldı.

PAŞA! DEVLETİ KURTARABİLİRSİN!

8 Şubat 1919 tarihinden itibaren düşman askerleri memleketi işgale başladı. Fiilen işgal altındaki İstanbul’dan vatanın kurtarılamayacağını anlayan padişah, bir kısım yakınlarının “Dünyaya karşı harb edilemez!” sözüne aldırmayarak Anadolu’da teşkilat kurmak üzere bir başkumandan göndermeyi kararlaştırdı. İttihatçı muhalifi üst rütbeli Palabıyık Ziyâ Paşa ve Çerkes Ferid Paşa buna dair teklifi özür dileyerek reddetti. Bir ara kendisi Anadolu’ya geçmeyi düşündüyse de, İngilizlerin, “Eğer Anadolu’ya geçersen İstanbul’u Yunanlılara işgal ettirir, taş üstünde taş bırakmayız” tehdidi üzerine vazgeçti.

İngilizler, mütârekenin tatbikini yerinde teftiş etmek üzere Anadolu’ya bir müfettiş gönderilmesini istediler. Padişah bunu fırsat bilerek, İttihatçılarla arası açılmış bulunan ve kendisine gösterdiği sâdıkâne ve mültefit tavrıyla öne çıkan yaveri Mustafa Kemal Paşa’yı saraya çağırdı. Paşa, İttihatçı aleyhtarlığı sebebiyle İngilizlerin kabul edebileceği nâdir isimlerdendi. Üstelik bu vazifeye uygun üst bir rütbedeydi. Nutuk’ta anlatıldığına göre kendisine, “Paşa, paşa! Şimdiye kadar devlete çok hizmet ettiniz. Asıl şimdi yapacağınız hizmet hepsinden mühim olabilir. Devleti kurtarabilirsiniz” dedikten sonra, 9. Ordu Müfettişi olarak, fevkalâde geniş salâhiyet ve malî imkânlarla Anadolu’ya gönderdi. Vazife yazısını Sadrâzam Ferid Paşa’nın imzaladığı Mustafa Kemal Paşa, 19 Mayıs 1919’da İngiliz işgali altındaki Samsun’a çıktı. Vatanseverlerin tertiplediği kongrelere delege olarak katıldıktan sonra Ankara’ya gelerek burada bir meclis topladı ve geçici bir hükûmet kurdu. Burada İstanbul hükûmetiyle iş birliği içinde çalıştı ve meclisin bütün gayesinin padişahı fiilî esaretten kurtarmak olduğunu her fırsatta deklare etti.

İNGİLTERE’NİN YEGÂNE MAKSADI

Padişah bundan sonra İstanbul’daki işgal kuvvetlerini oyalamak ve Anadolu’daki mücadeleyi gözden uzak tutmak için türlü siyasî gayretler içine girdi. El altından milleti teşvik ederek Anadolu’ya silah, mühimmat ve subay yolladı. Mektepler, mescidler yollama memurluğu hâline geldi. İstanbul câmilerinde zafer müyesser olması için Kur’an-ı kerîm ve mevlidler okutturdu. Bunları görüp sarayı sıkıştıran işgal kuvvetlerine, “Benim haberim yok. Bunları önleyeceğim” diyordu. Hatta onları inandırmak için Kuvvâ-yı İnzibâtiye’yi kurdu. Bu kuvvetlere el altından Anadolu’daki harekete katılma emri verildi. İzzet, Ali Rızâ, Sâlih, Tevfik Paşa gibi Anadolu hareketini açıkça destekleyen sadrâzamlar vazifelendirildi. Zaman zaman İngiliz baskısını tolere edebilmek üzere Damat Ferid Paşa gibi İngiltere’ye yakın bir diplomatı sadrâzam yapmak mecburiyetinde kaldı.

İstanbul’da toplanan Osmanlı Meclis-i Meb’usânı, vatanın her ne şekilde olursa olsun müdafaasına dair meşhur Misak-ı Millî’yi kabul edince, İtilâf Devletleri meclisi dağıttı. Padişah, şahsını korumak için bırakılan 700 kişilik maiyyet-i seniyye kıt’asını Ayasofya etrafında mevzilendirip câmiye çan takmak isteyenlere ateş emrini verdi. 11 Mayıs 1920’de paraf edilen Sevr Muâhedesi’ni bütün baskılara rağmen imzalamadı. Böylece karşı devlet reisleri de imzalamadı ve anlaşma hükümsüz kaldı. Bu arada dünyanın çeşitli beldelerinde yaşayan Müslümanlar, bilhassa Rusya ve Hindistan Müslümanları, halifeye olan hürmetleri sebebiyle Anadolu’daki mücâdele için aralarında külliyetli yardım toplayıp gönderdiler. Fakat İngiltere de halifeliği kaldırarak Müslüman halkın yaşadığı sömürgelerindeki nüfuzunu kırabilmek için padişah aleyhine çalışmaktan geri kalmıyordu.

Prof. Dr. Ekrem Buğra Ekinci, 3 Kasım 2010

14 Eylül 2010 Salı

Vahdettin Atatürk'e kaç para verdi?

http://arsiv.sabah.com.tr/2005/07/23/altan.html


Önümde 13 Haziran 1995 tarihli Sabah gazetesinin 26. sayfasının fotokopisi var. Sayfanın manşeti "Vahdettin hain değildi"...


O tarihlerde Sabah'ta çalışan Nuriye Akman, 11 ila 14 Haziran 1995 tarihlerinde "Milli Mücadelenin iki yüzü" başlıklı birkaç günlük bir röportaj yayınlıyor. Röportajın konukları "damarlarımı kesseniz Atatürk diye akar" diyen Cemal Kutay ile gene "sıkı Atatürkçü" İsmet Bozdağ... İki Atatürkçü Kurtuluş Savaşı'nı, Vahdettin'i, 19 Mayıs'ı, Nutuk'u çok farklı değerlendiriyor.

Ben o tarihlerde de bu değerlendirmelerin üzerinde uzun uzun durmuştum. Sonra da o yorumları "Birinci Cumhuriyet Üzerine Notlar" adlı kitaba aldım.

Nuriye Akman Cemal Kutay'a soruyor:

"Siz bugün Vahdettin'i vatan haini kategorisine sokmuyorsunuz?"

Kutay cevap veriyor: "Elbette hain değildi. Dünyanın en namuslu adamlarından biriydi. Ölürken yastığının altından parasızlıktan alamadığı ilaçlarının reçeteleri çıktı. Bunu Tarık Mümtaz Göztepe anlatıyor. Ve cenazesini rehin ettiler San Remo'da. Akrabaları, arkadaşları cenazeyi kaçırdılar da gömüldü. Bunlar hakkında hüküm verebilmek için önce bilgili olmak lazım. Bakın Hazine-i Hassa Reisi Refik Bey'i çağırıp sayım yaptırdı gitmeden evvel. Nuriye Hanım, oradan kaşıkçı elmasını alıp gidebilirdi. Hakkıydı, ailesinin çünkü. Kesinlikle bunlar namusu müseccem.

Daha sonra şöyle devam ediyor: "Kafanız hiç karışmasın devrimlerin kaderi budur. Evet, Atatürk, Vahdettin'e 'vatan haini' dedi ama bence hata etti. Ama o günkü şartlara göre onu demesi aşağı yukarı bir çaresiz savunmaydı. Atatürk, Cevat Üstün isimli bir büyükelçinin İkinci Viyana Muhasarası kitabının yeniden tetkikini Türk Tarih Kurumu ilk başkanı Tevfik Bıyıklıoğlu'ndan istemiş. Çünkü Üstün'ün gördükleri ile herkesin zannettikleri arasında bir aykırılık bulmuş. Bu vesileyle 'Ben de Milli Mücadele'de sarayın hareketini o günün şartlarına göre değerlendirdim ama şimdi elbette başka düşünüyorum' demiş."

Son Padişah Vahdettin'in Atatürk'ü Samsun'a göndermeden kendisine ne kadar para verdiği de, gene bu röportajda gündeme geliyor.

Kutay'ın cevabı şu:

"25 bin altın. O zaman bu parayla İstanbul'un onda biri satın alınırdı. Ben bunu Demokrat Parti milletvekili olan hukukçu Celal Fuat Türkgeldi'nin babası Mabeyn Başkatibi olan Ali Fuat Türkgeldi'den dinledim."

İsmet Bozdağ da, Atatürk'e kırk bin altın değerinde para verildiğini Abdülhamit'in kızı Şadiye Sultan'dan dinlediğini belirtir. Üstelik bu kırk bin altını Vahdettin'in çiftliğini ve atlarını satarak temin ettiğini söyler.

İki Atatürkçü "para verildiğinde" birleşirler ama miktarı ve kaynağı hususunda farklı noktada dururlar.

İsmet Bozdağ, röportaj sırasında Atatürk'ün "Vahdettin'in yaveri" olduğunu, Erzurum Kongresi'ne "Hazret-i Şehriyari kordonlarıyla" geldiğini, Samsun'a doğru yola çıkmadan bir gün önce "sarayda padişahla yemek yediğini", ertesi sabah da "içeriği net olarak söylenmeyen" görevin kendisine verildiğini hatırlatır. Ayrıca Mustafa Kemal'e "gizli" görevinde tanınan yetkilerin tarih içinde yalnızca Köprülü Mehmet Paşa'ya tanındığını çünkü Mustafa Kemal'in Samsun'a yolculuğunda sadece askeri değil sivil müesseselerin de emrine verildiğini vurgular.

Cemal Kutay bu çarpıtmaların doğuşunu Nutuk'a yaklaşımda bulur. Şu açıklamayı yapar "İlk yapılacak şey, Nutuk'un bir tarih olmadığını açıkça ortaya koymak. Yani Nutuk'a isnat ederek bir hadisenin tek başına Nutuk'un çerçevesi içinde izahı mümkün olmadığı kabul edilmelidir.

...Mustafa Kemal ne yazık ki kendi nutkunda Milli Mücadele'nin kuruluşunu hakiki olarak anlatmamıştır."

İsmet Bozdağ da aynı fikirdedir:

"Mustafa Kemal tarihi doğru anlatmıyor, yani hepsini anlatmıyor, bir parçayı vermiş üst tarafı karanlık."

Bunlar Atatürkçülerin tam on yıl önceki yaklaşımları... O gün Türkiye kulağının üzerine yatmıştı. Şimdi bu tartışmalar yeniden alevlendi.

Bakalım "siyasal propagandaya" dayalı olmayan gerçek ve objektif bir tarih yorumumuz ne zaman gündeme gelecek?
 
Mehmet Altan
23 Temmuz 2005, Sabah Gazetesi

19 Ağustos 2010 Perşembe

Dersim'i Kim Yaptı?



















Aşağıdaki haber Radikal Gazetesi'nin web sitesinden kopyalanmıştır:

19/08/2010 14:51

Hak ve Eşitlik Partisi (HEPAR) Genel Başkanı Osman Pamukoğlu, Dersim isyanı sırasında Atatürk'ün hayatta olduğunu ve isyanın bastırılması emrini de Atatürk'ün verdiğini söyledi:

"...Hiç uzatmanın gereği yok. Dersim birkaç kere ayaklanma teşebbüsünde bulundu. Atatürk sağdı, her şeyi yaptıran Atatürk’tü. O kadar Atatürk’tür ki Trabzon’da Atatürk’ün kaldığı bir ev var. O evde Atatürk bu Dersim isyanında Karadeniz bölgesindeydi, bizzat haritaya kırmızı ve mavi, kendisi işaretlemiştir. Bizim kuvvetlerimiz ve isyancıların kuvvetleri diye. Kendi el yazısı ve farklı askeri şekiller çizmiş, oklar çizmiş ve harekatın nasıl yapılacağını ve ortadan kaldırılacağını bizzat kendisi eli ile yazmış ve şekillendirmiştir. Harita Trabzon’dadır. Hatta doğuda görevliyken, isyanlarda bulunan çok yaşlı bir Kürt vatandaş ile sohbet ettim. O isyanları bana anlattı. Söylediği söz, ‘Mustafa Kemal Paşa başımıza taş yağdırdı’. İsyanları devletler nasıl bastırdıysa, Atatürk te öyle bastırdı. Bundan sonra olacaksa yine aynı şekilde bastırılacaktır"...

Kaynak: Radikal Gazetesi web sitesi, 19 Ağustos 2010

http://www.radikal.com.tr/Radikal.aspx?aType=RadikalDetay&ArticleID=1014471&Date=19.08.2010&CategoryID=78




24 Temmuz 2010 Cumartesi

Osmanlı’da terk edilmiş bir tek çocuk dahi yoktu

Osmanlı döneminde çocukların eğitimine büyük önem verilir, okula başlayacak çocuklar için Amin Alayı düzenlenirdi.

Osmanlı Türkiye’sinde çocuk, son derecede şefkate lâyık bir varlıktı. Disiplin, terbiye, belirli gelenekler ve kurallar içinde yetiştirilir, asla dövülmezdi. Zira dövülecek bir şey yaptığı nadirdi. Anne ve babası başta bütün büyüklerine saygı gösterirdi.

Okulda dayak nadirdi. Ağırca suçlar için sınıf önünde değnek vurulurdu ki diğer çocuklar ibret alsın. Okul disiplini, her derecede öğrenimde, bugünkü ile kıyaslanmayacak derecede sıkı idi. Bütün dünyada öyle idi. İngiltere’de öğrencilerin resmen -terbiye ve disiplin amacıyla- değnekle dövülmesi -en son soylu okullarında olmak üzere- daha ancak çeyrek yüzyıl önce kaldırıldı.

Çocuğu ebe doğurturdu. Ancak ebenin doğumun müşkül olacağını bildirmesi hâlinde, sultanlar (Osmanlı hânedanı prensesleri) gibi önemli hanımlar için hekim getirtilirdi. 19. asır sonlarında tek tük İstanbul’un ileri gelen ailelerinin doğumda doktor getirttikleri görüldü. Ama 1930’da İstanbul’da bile nadirdi. 1940’larda İstanbul’da ebenin doğurtması çok azalmaya başladı.

Ebeyi, diğer ebeler, yanlarında yardımcı hizmeti vererek yetiştirirlerdi. 1861’de yasaklandı. Bu tarihte Müslüman, Hristiyan, Mûsevî ebelik yapacak bütün hanımlardan Mekteb-i Tıbbiye’de sınav geçirerek ebelik ruhsatı alması şartı konuldu. Bu kuralın ancak büyük şehirlerimizde uygulanabildiği açıktır.

Doğumun 3. günü aile toplanır, yakınlar çağırılırdı. Baba, bebeği kucağına alır, kulağına hafif sesle üç defa ezan okur, üç defa çocuğun adını söylerdi. Sonra konuklar ağırlanırdı.

YETİMLERE DEVLET BAKARDI

Türk toplumunda piç derdi yoktu. Zira zinâ yoktu. Terk edilmiş çocuk yoktu. Yetimler mutlak devlet himayesinde idi. Bu hususta Türk toplumu, Avrupa toplumundan asırlarca ileridedir. Yakın zamanlara kadar Batı toplumunda gayri meşru ve terk edilmiş çocuklar, büyük sosyal âfetlerden biri idi. Meselâ 1815’te Fransa’da hükûmet, 82.000 terk edilmiş, sahipsiz çocuk tesbit etti, bu rakam 1830’da 118.000’e yükseldi, sonraki yıllarda daha da arttı. (Schoelcher, Esclavage et Colonisation, Paris Üniversitesi, 1943, s.62, not 2)

Sosyal faciayı daha iyi anlamak için, şunları hatırlamak yeter: Fransa nüfusu 1815’te 29.3 ve 1830’da 32 milyondu (Avrupa’da o devirde Avrupa topraklarındaki nüfus bakımından 1.) Demek aşağı yukarı her 300 nüfustan biri, terk edilmiş çocuktu. Bunu yalnız çocuk nüfusuna oranlarsak, çıkan sonuç korkutucudur. İngiltere’de durum, -Dickens’ın romanlarından anlaşılacağı gibi- daha kötü idi. Fransa ile İngiltere’nin o yıllarda dünyanın en kalkınmış ülkeleri sayıldığını da hatırlıyorum.

Terk edilmiş, daha doğrusu savaşlar ve düşman istilâsı dolayısıyla kimsesiz kalmış çocuklar meselesi, ilk defa 1913’te, Balkan Savaşı’nda yenilmemiz üzerine yepyeni bir problem şeklinde ortaya çıktı. 1918’de problemin boyutları büyüdü. 1922’de çok büyüdü. Babası şehid olan, anası ölen binlerce çocuk himayesiz, yersiz yurtsuz kaldı. Gene Birinci Cihan Savaşı’nda Türk çocuğunun karakteri de değişmeye başladı.

Yılmaz Öztuna,
Türkiye Gazetesi, 24 Temmuz 2010 Cumartesi

29 Mayıs 2010 Cumartesi

Tesalya Harbi'ni bilir misiniz?

Son zafer Yunan Harbi


TÜRKÜ BİLE YAKILDI

Osmanlı Devleti’nin kazandığı son zafer 1313 (1897) tarihli Yunan Harbi’dir. Bu harb vesilesiyle yakılan meşhur Dömeke Türküsü bile Çanakkale’ye mâl edilir.

24 SAATTE GEÇTİLER

Yunanlıların Girit’e taarruzu üzerine kopan harbde Osmanlı ordusu, otoritelerin “6 ayda geçilemez” dediği Termofil geçidini 24 saatte geçip Atina önüne gelmişti

Sakarya ve Dumlupınar bir yana bırakılacak olursa, Osmanlı Devleti’nin kazandığı son harb, 1313 (1897) tarihli Yunan Harbi’dir. Tesalya Harbi adı da verilen bu harbden kimsenin fazla haberi yoktur. Mekteplerde bahsedilmez. Merasimi yapılmaz. Bu harb vesilesiyle yakılan meşhur Dömeke Türküsü bile Çanakkale’ye mâl edilir. Sebebi çok basit; bu harbi Sultan Hamid kazanmıştır da ondan... Sadece Yunan Harbi mi, Niğbolu, Mohaç, Preveze, hatta Malazgirt bile unutulmuştur. Bilmeyen Türk tarihini Çanakkale’den ibaret zannedecek. Halbuki Çanakkale büyük bir harb içinde lokal bir savunma muharebesidir. Mağlubiyeti engelleyememiş; hatta harbi geciktirerek kaybın faturasının ağır olmasında rol oynamıştır. Son zamanlarda sürekli ön plana çıkarılmasının sebebi, iktidarlarını resmen kaybedeli 100 yıl geçmesine rağmen, bazılarının şahsında hâlâ varlığını sürdürmeye çalışan İttihatçı zihniyete sunî bir şeref pâyesi kazandırmak arzusudur. 250 bin kayıp verilen, en güzide vatan evlâtlarının toprağa düştüğü bir zafer! “Çanakkale’de destanlar yazdığı” için milletin Enver Paşa ve arkadaşlarına borçlu olduğuna inananlar bile vardır. Herkes bunların bütün bu belâları milletin başına açıp, sonra da “Tavşana kaç! Tazıya tut!” hesabı belâyı savmak için biraz uğraşarak kahraman kesildiklerini bilmez değil ki...

Kaynak: Prof. Dr. Ekrem Buğra Ekinci, Türkiye Gazetesi, 26 Mayıs 2010

Not: Yazının tamamı için bkz.
http://www.turkiyegazetesi.com/makaledetay.aspx?ID=448825

23 Mayıs 2010 Pazar

Hocalı Katliamı

DİRİ DİRİ YAKTILAR

Bundan tam 18 yıl önce... Hocalı katliamı, Karabağ Savaşı sırasında 25 Şubat 1992 tarihinde Azerbaycan’ın Dağlık Karabağ bölgesindeki Hocalı kasabası, Ermeniler tarafından gerçekleştirilen insanlık dışı bir vahşet olarak tarihe geçti. Uluslarası gözlemcilerin raporuna göre katliam, 366. Rus Motorize Piyade Alayı’nın desteğindeki Ermeni silahlı kuvvetleri tarafından gerçekleştirildi. İnsan Hakları İzleme Örgütü, Hocalı Katliamını Dağlık Karabağ’ın işgalinden bu yana cereyan eden en kapsamlı sivil kırımı olarak gösterdi. Saldırıda 2 bin 605 aileden ibaret 11 bin 356 kişinin yaşadığı Hocalı kasabası tamamıyla yok edildi. Ermeniler, 25 Şubatı 26 Şubata bağlayan gece bölgedeki giriş ve çıkışları kapadı. Hocalı’da sivil, kadın, çocuk, yaşlı ayırımı yapmadan Azeri resmî rakamlarına göre 613 kişiyi katletti. Katledilenlerin 83’ü çocuk, 106’sı kadın ve 70’ten fazlası ise yaşlıydı. Bu katliamdan toplam 487 kişi ağır yaralı olarak kurtuldu. 1275 kişi rehin alındı. 150 kişinin ise kaybolduğu belirtildi. Cesetler üzerinde yapılan incelemelerde birçoğunun yakıldığı, gözlerinin oyulduğu, kulakları, burunları ve kafaları ile vücutlarının çeşitli uzuvlarının kesildiği görüldü. Aynı vahşetten hamile kadınlar ve çocuklar bile nasibini aldı.

BİR ÇIĞLIK İŞİTTİM

Vahşeti yaşayan ve sonra Beyrut’a yerleşen Ermeni gazeteci Daud Kheyriyan, For the Sake of Cross (Haçın Hatırı İçin) adlı kitabında anlattığı şu olay ise tüyler ürpertiyor: “...Gaflan denen ve ölülerin yakılmasıyla görevli Ermeni grup, Hocalı’nın 1 kilometre batısında bir yere 2 Mart günü 100 Azeri ölüsünü getirip yığdı. Son kamyonda 10 yaşında bir kız çocuğu gördüm. Başından ve elinden yaralıydı. Yüzü morarmıştı. Soğuğa, açlığa ve yaralarına rağmen hâlâ yaşıyordu. Çok az nefes alabiliyordu. Gözlerini ölüm korkusu sarmıştı. O sırada Tigranyan isimli bir asker onu tuttuğu gibi öteki cesetlerin üstüne fırlattı. Sonra tüm cesetleri yaktılar. Bana sanki yanmakta olan ölü bedenler arasından bir çığlık işittim gibi geldi. Yapabileceğim bir şey yoktu. Ben Şuşa’ya döndüm. Onlar Haç’ın hatırı için savaşa devam ettiler.”

http://www.turkiyegazetesi.com/makaledetay.aspx?ID=448426

Kaynak: Osman SAĞIRLI, Türkiye Gazetesi, 23 Mayıs 2010

9 Mayıs 2010 Pazar

Camileri parti binası bile yapmışlardı

Camiler, tek parti döneminde kapatılmış, depo yapılmış, yıkılmış, kiraya verilmiş, parti binası ve spor kulübü lokali bile yapılmıştı

1966 yılında, İsmet Paşa muhalefet lideriyken, kendi döneminde camilerin kapatılmadığını iddia edince, dönemin önde gelen gazetecilerinden Mehmed Şevket Eygi, Yeni İstiklal Gazetesi'nde vatandaşlara bir çağrıda bulunarak "CHP döneminde yıkılan, satılan, kiraya verilen, depo ve müze yapılan camiler hakkında resim, yazı ve bilgi" göndermelerini istemişti. Gelen yazı ve resimlerin bir kısmı Yeni İstiklal Gazetesi'nde yayınlandı. 2003 yılında ise bu mesele Mehmed Şevket Eygi tarafından "Yakın Tarihimizde Câmi Kıyımı" adıyla kitaplaştırıldı. Kitabın başlığının altında ise "Kapatılan, satılan, yıkılan, kiraya verilen, depo yapılan, CHP ocağı, saz ve içki evi, spor kulübü lokali haline getirilen, müzeye dönüştürülen binlerce mâbedin hazin hikayesi" şeklinde bir ibare vardır. Bu kitap, Türk tarihinin bu en acı hadisesini teferruatlı olarak anlatır.

CAMİ KAPATMAK İÇİN KANUN

15 Kasım 1935'te "Cami ve mescitlerin tasnifine ve tasnif harici kalacak cami ve mescit hademesine verilecek muhasasat (maaş, ödenek) hakkında" bir kanun çıkarıldı. 2845 numaralı kanunda "Tasnif harici tutulan cami ve mescitler usul ve mevzuata göre kendilerinden başkaca istifade edilmek üzere kapatılır" hükmü vardı. Bu tarihten sonra yüzlerce cami kapatıldı, depo yapıldı, satıldı, yıktırıldı, parti binası bile yapıldı.

Anadolu'nun birçok yerinde yüreği parçalanan vatandaşlarımız birleşerek yapılış amacı dışında kullanılan cami ve mescitleri satın alıp, tekrar ibadethaneye dönüştürmeye çalıştılar. Tokat'ta Kâbe Mescit isimli ibadethane 1940'lı yıllarda kiraya verilerek, tuz deposuna dönüştürülmüştü. 1949'da satışa çıkarılınca dört Tokatlı burayı satın alıp, tekrar ibadethaneye dönüştürdü. 4 Ocak 1967 tarihinde Yeni İstiklal Gazetesi'ne gönderilen bir mektupta Tokat'ta 33 cami ve mescitin yıktırıldığı ve bir kısmının arsasının satıldığı ifade edilmişti.

MESCİT PARTİ BİNASI OLDU

Anadolu Hisarı Barutçular Sokak'ta bulunan Göksu Mesciti (Mihrişah Valide Mesciti) Mihri Şah Sultan tarafından yaptırılmış, İkinci Mahmud tarafından yenilenmişti. Göksu Mesciti ibadethanelikten çıkarılarak, CHP Ocağı yapıldığı gibi, üzerine de partinin simgesi altı ok konulmuştu. Çok partili dönemde Göksu Mesciti tekrar ibadethaneye dönüştürüldü.

KONYA'DA DEPO YAPILAN CAMİLER

Şevket Eygi'ye mektup gönderen Mevlüt Çınar, Konya'daki durumu şöyle ifade etmişti:

İnönü istibdadı zamanında Konya'daki ibadethanelerin durumu şöyledir:

1- Sultan Alaaaddin Camii: Depo oldu; 2- İplikçi Camii: Müze oldu; 3- Kışla Camii: Depo oldu; 4- Battallar Camii: Depo oldu; 5- Paşa Camii: Depo oldu; 6- Cıvıllıoğlu Camii: Depo oldu; 7- Kapu Camii: Depo oldu; 8- Sultan Selim Camii: Depo oldu; 9- Sahibata Camii: Depo oldu; 10- Sadreddin Konevi Camii: Depo oldu; 11- İnce Minareli Camii: Depo ve Müze oldu; 12- Havacı Camii: Depo oldu; 13- Karadayı Camii: Depo oldu.

Mehmed Şevket Eygi, Câmi Kıyımı, s. 38-39.

Kaynak: Erhan Afyoncu, Bugün Gazetesi, 9 Mayıs 2010 Pazar

4 Mayıs 2010 Salı

İnönü-Hitler Benzetmesinin Hatırlattığı

Mehmet Barlas bir makalesinde şöyle yazmıştı:

Adalet Bakanı olduğu dönemde Medeni Kanun'u Türkiye'ye getiren (1926) ve bu kanunun gerekçesini yazan, 1930'larda bakanlıktan ayrıldıktan sonra Atatürk'ün emri ile gençliğe "İhtilal'in Hukuk Tarihi"ni üniversitede ders olarak okutan Mahmut Esat Bozkurt'un (1892-1943) bir değerlendirmesini hatırlatalım:

- Zamanımızın bir Alman tarihçisi gerek nasyonal sosyalizmin, gerekse faşizmin Mustafa Kemal rejiminin çok az değiştirilmiş birer şeklinden başka bir şey olmadıklarını söylüyor. Çok doğrudur. Çok doğru bir görüştür. Kemalizm otoriter bir demokrasidir ki, kökleri halktır, Türk milletidir. Piramide benzer; temelleri halk, tepesi yine halktan gelen baştır ki bizde buna şef denilir. Şef otoritesini yine halktan alır. Demokrasi de bundan başka bir şey değildir. ("Atatürk İhtilali", M.E.Bozkurt, Kaynak Yayınları, Sayfa 88)

Kaynak: Sabah Gazetesi, 06/04/2006

Vakit Gazetesi bugün şu resmi neşretmiş:



Kendisini Hitler’e benzeten Baykal’a cevap veren Erdoğan’ın; “Böyle bir siyasî figür arıyorsanız, eski genel başkanınızın fotoğrafına bakın... Onun, Hitlervari bıyıklarının altından size gülümsediğini göreceksiniz” sözleri, Hitler ile İnönü arasındaki benzerlikleri hatırlattı.

Kaynak: Vakit Gazetesi internet sitesi, 4 Mayıs 2010

Bu konuyla ilgili bir yazısında İnönü'yü müdafaa etmeye çalışan Fatih Altaylı, şu bilgiyi yazıvermiş:

O günlerde Cumhuriyet Gazetesi Hitler’in fikirlerini savunuyor, faşist bir çizgide yayın yapıyordu.

Kaynak: Fatih Altaylı, Habertürk, 05 Mayıs 2010

Engin Ardıç şöyle yazmış:

Cumhuriyet gazetesi eskiden "tarihten yapraklar" gibilerden küçük bir köşe yapardı, "kırk yıl önceki Cumhuriyet'ten" diye bir şey... Gazetenin eski haber ve yazılarından küçük örnekler... Uzun zamandır okumayı bıraktığım için, şimdi de var mı bilemeyeceğim. Fakat ne hikmetse, o kırk yıl önce muhabbeti tam da İkinci Dünya Savaşı'nın başına gelince kesilir, hooop, yine gazetenin çıkışına, 1924 yılına dönülür, sil baştan yapılırdı. Neden acaba? Sakın, İkinci Dünya Savaşı'nda Cumhuriyet gazetesinin Almanya'yı ve Hitler'i desteklemiş olduğunu gençlerin öğrenmelerini, yaşlıların da hatırlamalarını engellemek için olmasın?
 
Kaynak: Engin Ardıç, Sabah Gazetesi, 1 Temmuz 2010



Kaynak: Mustafa Armağan, Zaman, 9 Mayıs 2010, Pazar

24 Nisan 2010 Cumartesi

Ermeniler kendi tarihlerine baksınlar

Extracts from a letter dated December 11, 1983, published in the San Francisco Chronicle, as an answer to a letter that had been published in the same journal under the signature of one B. Amarian.

"We have first hand information and evidence of Armenian atrocities against our people (Jews). Members of our family witnessed the murder of 148 members of our family near Erzurum, Turkey, by Armenian neighbors, bent on destroying anything and anybody remotely Jewish and/or Muslim. Armenians should look to their own history and see the havoc they and their ancestors perpetrated upon their neighbors. Armenians were in league with Hitler in the last war, on his premise to grant themselves government if, in return, the Armenians would help exterminate Jews. Armenians were also hearty proponents of the anti-Semitic acts in league with the Russian Communists."

Signed Elihu Ben Levi, Vacaville, California.
 
Tercümesi:
 
"Ermenilerin bizim halkımıza (Yahudilere) karşı gerçekleştirdiği mezalim hakkında birinci elden bilgimiz ve delillerimiz mevcuttur. Ailemiz mensupları, Erzurum yakınında ailemizden 148 kişinin Yahudi veya Müslüman olan herşeyi ve herkesi yok etmeye meyleden Ermeni komşuları tarafından katledilişine şahid oldular. Ermeniler kendi tarihlerine bakmalı ve kendilerinin ve atalarının komşularına karşı irtikap ettikleri tahribatı görmelidirler. Son savaşta Ermeniler Yahudilerin yok edilmesine yardım ettikleri takdirde kendilerine hükümet kurma imkanını bahşedeceği sözünü veren Hitler'le aynı safta yer aldılar. Ermeniler aynı zamanda Rus komünistleriyle beraber olarak anti-semitik [Yahudi düşmanı] eylemlere gönülden destekçi oldular."
 
İmza: Elihu Ben Levi, Vacaville, California
11 Aralık 1983, San Francisco Chronicle Gazetesi, ABD

(Tercüme: Murat Yazıcı)

16 Nisan 2010 Cuma

Bilal Dede'nin Şapka Devrimi Hakkında Hatırladıkları

Aşağıdaki iki yazı Vatan Gazetesi'nden -hiç bir ilave veya değişiklik yapılmadan- alınmıştır:

http://w9.gazetevatan.com/haberdetay.asp?detay=0&tarih=13.04.2005&Newsid=51283&Categoryid=7

http://w9.gazetevatan.com/haberdetay.asp?detay=0&tarih=13.04.2005&Newsid=51282&Categoryid=7

Atatürk 'herifin tekesi'ydi (1)

103 yaşındaki Bilal Dede'de öyle bir hafıza var ki, Cumhuriyet tarihini hatasız anlatıyor! Hem de bir asrın görmüş geçirmişliği ve dobralığıyla... "Atatürk herifin tekesiydi" diye giriyor söze. "O da ne dede?" diye soruyorum. "Biz Şebinkarahisar'da adamın hasına böyle deriz" diyor

103 yaşında bir adamla buluşmaya giderken hiç böyle bir görüntüyle karşılaşacağım aklıma gelmezdi. Eve geldik, bir baktım ahırda biri odun yarıyor. "Oğludur herhalde" dedim. "Bilal Dede'ye bakmıştık. Nerede acaba?" diye sordum. "Benim" dedi. "Dede bu yaşta odun kırılır mı?" sözleri döküldü ağzımdan. Cevabıyla ağzım açık kaldı: "Bu da iş mi? Çıra yarıp kendimi oyalıyorum."

Bilal Dede, bir asrı devirmiş ama hâlâ dinç... Haydi eski topraklar böyle diyelim, ama Bilal Dede'de bir hafıza var sormayın gitsin. Cumhuriyet tarihini hatasız anlatıyor. Ve tabii ki bir asrın görmüş geçirmişliği ve dobralığıyla... "Atatürk herifin tekesiydi" diye giriyor söze... "O da ne dede?" diye soruyorum. "Biz Şebinkarahisar'da adamın hasına böyle deriz" diyor. Atatürk'ü seviyor ama bir o kadar da gerçekçi! "Atatürk diktatördü! Şu şapka yüzünden binlerce adam asıldı kızım. Alimler 'Bu şapkayla namaz kılınmaz' dedi. Biz onların cenaze namazına durduk! "diye anlatıyor. "Ya sen ne yaptın?" diye soruyorum. Doğrucu davut ya! "Mecbur giydik!" diyor. Cumhuriyet'in ilk yılları biraz korku yüklü galiba... Bilal Dede, "Öyle bir korku vardı ki kurtlar koyuna dalmaktan bile korkardı dağlarda" diye anlatıyor. Sonra birden "Atatürk diktatördü amma böyle olması gerekiyordu. Bu millete onun gibi biri lazımdı. Kafasında hem akıl hem siyaset vardı. Bir daldan yaprak düşmeden o düşeceğini anlardı o" diye ekliyor.

Atatürk'ü çok seviyor, öyle ki hep onun gibi şayak pantolon giyiyor. Tek yanlış hatırladığı Mustafa Kemal'in boyu... Kendi boyu en az 1.80 var ama "O çok heybetli adamdı... Boyu benden uzundu" diyor. "Dede olur mu, abarttın iyice" deyince, "Olmaz mı, o Atatürk, tabii ki uzundu" diye diretiyor. Susuyorum, ne desem boşuna!

Paşa da böyle pontul giyerdi

* Dedeciğim hep böyle mi giyiniyorsun?

Eee Mustafa Kemal Paşa da böyle hep pontul giyer idi. Üzerine de çizme çekerdi. Anladın mı?

* Onu gördün mü hiç?

Görmez olur muyum? Yunan cephesinde...

* Ufak tefekmiş biraz...

Yok canım. Boyu uzundu bizden. Boyluydu. Boylu olmaz mı? Cesur adam idi. Siyaseti çok kuvvetli adam idi. Kafada akıl vardı bir de siyaset. Ben 6 ay cephane taşıdım Mustafa Kemal Paşa'nın peşi sıra... Samsun'da kongreye çıktı. Vaat etti, "Demiryolu yaptıracağım" dedi. Alamanya'da ne kadar demir çelik varsa Samsun'a doldu. Bunu nasıl ettiğine o zaman aklımız ermedi. Yunan'ın harbinde de Rus verdi bize cephaneyi. Yani kızım, Mustafa Kemal Paşa komutandı. Siyaseti çok kuvvetli adam idi. Dal kırılmadan ucundaki yaprağın düşeceğini bilirdi. Çok diktatör adam idi.

* Niye diktatördü peki?

Diktatör olmaz mı? Bu adam asılacak dedi mi derhal! Vurulacak dedi mi derhal!

* Sen şahit oldun mu?

Gözümlen gördüm.

* Nerede?

Şu şapka var ya! Ha bu şapka meselesi yüzünden binlerce alim asıldı ki, eşi benzeri yok. Baktılar ki Mustafa Kemal Paşa hepsini asacak, kıracak... Şapkayı koydular başlarına. Sen ne diyon?

Öyle bir adamdı ki korkudan kurt bile kuzuya dalamazdı!

* Dedeciğim, peki sen şapkayı hemen giydin mi?

Giymem mi? Millet giydi hep. Bu iş nereden çıktı biliyor musun? Cumhuriyet ilan olunacağı zaman ecnebiler hep ayağa kalktılar. "Sen 12.5 milyon nüfusla cumhuriyet kuramazsın" dediler Mustafa Kemal Paşa'ya. "Bize uyarsan kurarsın, uymazsan kuramazsın. Bizim altı maddemiz var. Bu maddeleri kabul edeceksin" dediler. Maddeleri sordu Mustafa Kemal Paşa. "Burada söylenmez, Lozan'a gelip öğreneceksiniz" dediler. Mustafa Kemal Paşa, İsmet Paşa'ya "Git bunların altı maddesi ne öğren. Kabul edileceği kabul et, gerisini reddet" dedi. İsmet Paşa Lozan'a gitti. "Sizin bize Cumhuriyeti kuramazsınız demenizdeki sebepler ne oluyor?" diye sordu, masaya vurdu. Masanın tahtası çatladı. Biz yanlarında yokuz. Ama öyle söylediler sonra... "Birinci maddemiz şu: Karılar açılacak. Tabii bizim karılar peçe, çarşaf, börük geziyordu, ikinci madde, fesi atacaksınız başınıza şapka koyacaksınız dediler. Üçüncü madde, sizin tarih 1300'den başlıyor, bizim gibi 1900'ü alacaksınız dediler. Geldik dördüncü maddeye. Sizin yazınız Osmanlı yazısı, bizim yazıdan yazacaksınız dediler. Yani Latince. Beşinci madde: Sizin tatiliniz cuma günü. Bizim gibi pazara alacaksınız dediler. Altıncı madde: Sizin yılbaşı martta bizim gibi ocağa alacaksınız dediler. İsmet Paşa geldi, anlattı. Mustafa Kemal Paşa hemen birinci emri verdi vilayetlere. Karılar açılacak. Burada, polis, jandarma, sokakta gezen karıların börüğünü hep dağıttı. Kimisi direndi, polis cop ilen vurdu.

* Senin karın da açtı mı börüğünü?

Tabii... Herkes açtı.

* Yoksa korktun mu karşı çıkmaktan?

Ne karşı çıkacağız? Karılar hep açıldı. Sonra şapka işinde alimler "Böyle namaz kılınmaz" dediler. Şapkayı koymadılar başlarına... Kavgaya durdular. Bu sefer çok alim asıldı. Köy ağalarının, hocaların hepsi asıldı...

* Bir tek şapka yüzünden mi?

He, bir şapka yüzünden.

* Yazık değil mi?

Yok canım... Öyle gerekiyordu bu millete. Sonra 'tarih' kabul edildi. Öyle kabul edildi ki yağdan kıl çekmiş gibi... Hiç laf olmadı. Yazı, yılbaşı, tatil 4 sene ertelendi. Sonra bu üçü de kabul edildi.

Atatürk 'herifin tekesi'ydi (2)

103 yaşındaki Bilal Dede'de öyle bir hafıza var ki, Cumhuriyet tarihini hatasız anlatıyor! Hem de bir asrın görmüş geçirmişliği ve dobralığıyla... "Atatürk herifin tekesiydi" diye giriyor söze. "O da ne dede?" diye soruyorum. "Biz Şebinkarahisar'da adamın hasına böyle deriz" diyor

* Burada da adam asıldı mı şapka takmadı diye...

Asılmaz mı? Caminin oraya darağacını çektiler. İki genç alim asıldı. Sonra Cumhuriyet kuruldu. İstiklal Mahkemeleri'ni Mustafa Kemal Paşa Ankara'dan Menemen'e kaldırdı. Menemen'i işittin mi?

* İşittim...

İşte bu İstiklal Mahkemeleri orada 10 sene kurulu kaldı. Kabahat edenlerin, suçu olanların hepsi oraya sevk edildi. Asılan orada asılırdı Cumhuriyet kurulandan sonra...

* Atatürk'ten korkuyor muydunuz?

Korkulmaz mı? Atatürk öyle bir adamdı ki, cumhuriyet kurulduktan sonra Erzurum'a, Trabzon'a, Giresun'a her yere hafiye bıraktı. Hafiye ne biliyon mu? Bir yanda adam konuşuyordu. Bu hafiyeler senin benim ağzıma bakıyordu. 'Cumhuriyetin aleyhine konuşuluyor mu, konuşulmuyor mu?' diye... Erzurum'da 6 kişi yakalandı. Biri asıldı, üçünü de sürgün ettiler.

* Suçsuz yere adam astılar mı peki?

Söyleyenleri astılar. Dil konuşuyor... Bizim Giresun'da da dört kişi çıktı. Üçünü affettiler de, bir Çıtlakkaleli Abdullah Usta vardı, onu da Amasya'ya sürgün ettiler.

* Sen de Atatürk'ten korktuğun için mi şapka taktın?

Bize birşey dediği yoktu Atatürk'ün. Ama şapkayı hemen koyduk başımıza...

* İstersen koyma başına değil mi?

Öyle! Geldi geçti hep. Millet öyle bir korktu ki Mustafa Kemal Paşa'dan, kurt ile koyun dağda yayıldı.

* Anlayamadım...

Kurt bile koyuna dalamıyordu dağda. Şimdi kurt koyuna dalıyor değil mi? O zaman dalamıyordu.

Bu mesele imlaya gelmez!

Lafı değiştirme zamanı. 75 yıl evli kaldığı Arzu Nine'yi soruyorum, "Sevdin mi?" diye. Cevabı çok net: "Bu mesele imlaya gelmez!" Anladım, özel hayatıyla ilgili sorular ambargolu. Lafı yine değiştiriyorum. "Belli ki gençken yakışıklı adammışsın!" "Fesuphanallah" dercesine bakıyor. "Yaş oldu 103. Gençliği karıştırma"... Bilal Dede'den lafı kerpetenle alıyor insan... "Peki şimdiki kadınlar nasıl?" diyorum... Konuyu yine Kurtuluş Savaşı'na götürüyor: "Şimdikilerde hiç iş yok. İçerden dışarı çıkmıyorlar. Eskiden öyle miydi? Yunan Harbi'ni bize Samsun'un, Havza'nın, Çorum'un, Ankara'nın karısı kazandırdı. 25 kara okka cephaneyi sırtlayıp taşıdılar. Bizim dört kuru askerimiz vardı. Onlar 100 karı, 150 karı kafile kafile cephane taşıdılar seferberlikte. Şimdi ortalık pek nazikleşti. Hele şehirli karılarda hiç iş yok." Böyle öyle bakıyorum, üstüme alındığımı sanıyor olsa gerek "Çalışan karıları saymıyorum be kızım" diyor.

Şimdi de bir Mustafa Kemal Paşa lazım

* Peki öyle bir korku lazım mıydı millete?

Millet zaten seferberlikte tarumar oldu gitti. Sonra da başını kaldıranların kafasını ezdi geçti Mustafa Kemal Paşa... Şapka işinde çok adam asıldı. Sonra hocalar bile şapka ile gezdi hep.

* Bu anlattıkların şimdi bile rahat konuşulamıyor Bilal Dede... Atatürk diktatördü diyorsun ya... O zaman diyebilir miydin böyle?

Öyle diyenlerin hep kafası gitti. "Böyle cumhuriyet kurulmaz, böyle Atatürk olmaz" diyen ne kadar adam varsa, Erzurum'da, Trabzon'da, Giresun'da hep asıldı. Hep sürgün oldu gitti... Atatürk tek laf söyletmedi.

Mine ŞENOCAKLI, Vatan Gazetesi, 13/4/2005

14 Nisan 2010 Çarşamba

Osmanlı Sultanlarını Niye Kötülemişler!

Mehmed Hocaoğlu Tarihte Ermeni Mezalimi ve Ermeniler (İstanbul, 1976) kitabının yazarıdır. Aşağıdaki yazı M. Hocaoğlu'nun Abdülhamid Han ve Hatıraları; Belgeler isimli kitabının Giriş kısmından iktibastır (Türkiyat Matbaacılık, İstanbul, 1989):

Okul sıralarında iken, tarih kitapları ve hocalarımız Sultan Abdülhamid Han'ı Kızıl Sultan diye adlandırıp; aydınları denize attırdığını, sürgüne yolladığını, hür düşünceye izin vermediğini, memleketi casuslarla (hafiyeler) doldurduğunu, sarayında süt banyosu yaparak cariyeleriyle gün geçirdiğini, her şeyden korkan, evhamlı bir Padişah olduğunu anlatıp, yazdıkları halde, onun zamanını yaşamış yaşlılar bütün bunların tam tersini, II. Abdülhamid zamanının tam manasıyla altın devri olduğunu söylemişlerdi. Bize anlatılan ve yazılanların gerçeklere tamamiyle aykırı olduğunu da belirtmişlerdi. Demokrasi ve hür düşüncenin 1950'de başlaması üzerine tarihin üzerine indirilmiş bu ağır ve karanlık perde yavaş yavaş aralandı. Gerçekler birbiri arkasından gözükmeye başladı.

1955'de Türkiye Büyük Millet meclisinde, basın kanunu hakkında şiddetli tartışmalar yapılıyordu. Bir yaz günü Ankara'da Prof. Osman Turan ile Özen Kıraathanesinde oturuyorduk. Bir masa ötede Hamdullah Suphi Tanrıöver'in sesini duyan Osman Turan, ona doğru bakınca bizi masasına çağırdı. Gittik. Şuradan buradan konuşulurken söz basın kanunu üzerindeki sert tartışmalara geldi. O sıralarda mahut gazetelerden birisi, kendi düşüncesine ters düştüğü halde, Sultan Abdülhamid Han lehinde tefrika yayınlıyordu. Söz buraya gelince Hamdullah Suphi Tanriöver'e :

-- "Beyefendi! Sultan Abdülhamid birinci Osmanlı Mebusan Meclisini kapamamış olsaydı, şimdiye kadar demokraside bir hayli mesafe almış ve bugünkü sert tartışmalara da yer kalmamış olacaktı." dedim.

Hamdullah Suphi Tanrıöver büyük bir kızgınlıkla sandalyasından kalkıp oturduktan sonra :

-- "Sen ? Birinci Osmanlı Mebusan Meclisi'ni bilir misin?" dedi.

Yaşımın bunu bilmeme imkan vermediğini söyleyince :

-- "Tarih kitaplarında resmini görmedin mi?"

-- "Gördüm."

-- "Hani (eliyle tarif ederek) lahana başlı hocalar ve yanlarında dal fesli (sadece fes sarıksız demek) kişilerin resmini gördün mü?"

-- "Evet, gördüm."

-- "İşte, o lahana başlı hocalar bu memleketin gerçek sahibinin temsilcisi idiler. Fakat bunlar medresenin yetiştirdiği, günün gidişinden, politikanın gerçek yüzünden, hıristiyan mebusların kötü niyetlerinden habersizdiler. Dal fesliler de Rum, Ermeni, Yahudi, Arnavut, Durzi, Nasturi ve diğer milletlerin temsilcileri idiler. Bunlar Avrupa'da okumuş, politikanın bütün inceliklerini bilen; devleti içinden yıkmak isteyen hainlerdi. Bu şeytanlar o saf ve temiz hocaları çabucak kandırıp arkalarına kattılar. Memleket çıkarına ters düşen, devleti içinden çökertecek hareketlere giriştiler. Eğer Sultan Abdülhamid Birinci Mebusan Meclisini dağıtmamış olsaydı, İmparatorluk daha o günden dağılmış olacaktı. Buna göre sen ne dersin, İmparatorluk mu çökmeliydi, yoksa Mebusan Meclisi mi dağılmalıydı ?" dedi.

-- "Şüphesiz meclisin dağılması daha iyidir." dedim.

-- "Öyle ise, Sultan Abdülhamid de senin dediğini yaptı. Meclis'i dağıtarak İmparatorluğu otuz üç sene daha yaşatmayı başardı." dedi.

Hamdullah Suphi Tanrıöver'in bu sözleri kafamı allak bullak etmiş, çocukluğumda yaşlı halkın söylediklerine hak kazandırmış oluyordu. İsyan edercesine :

-- "Beyefendi! Öyle ise neden başında bulunduğunuz Maarif Vekilliği Sultan Abdülhamid'i bize kötü tanıttı ?"

Güldü. Derin nefes aldı. Eliyle havada bir çizgi yaptıktan sonra :

-- "Bir inkilap yapılmış, saltanat kaldırılmış, cumhuriyet ilan edilmişdi. Politika gereği saltanat ve sultanları kötülemek lazımdı. Biz de öyle yaptık." dedi.

Sultan İbrahim Hakkında

Sultan İbrahim’in kötülendiği tek kaynak Ravzatü’l-Ebrâr’dır. Yazarı ise padişahı tahttan indirenlerin elebaşısıdır.

Sultan I. Ahmed’in sevgili hasekisi Mahpeyker Kösem Sultan’dan doğan en küçük oğludur. Bir ağabeyi Sultan II. Genç Osman askerler tarafından tahttan indirilip boğdurulmuş; amcası Sultan I. Mustafa iki defa tahttan indirilmişti. Anadolu’daki Celâlî İsyanlarının, İstanbul’daki yeniçeri ihtilâllerinin dehşetinin unutulmadığı bir zamanda, sertliği herkesçe bilinen bir başka ağabeyi Sultan IV. Murad’ın yerine 25 yaşında tahta çıkmıştır. Sene 1640 idi. Ağabeyinin vefatı ve padişahlığı kendisine tebliğ edildiğinde inanmak istememiş, ağabeyinin kendisini tecrübe ettiğini zannetmiş, “Allah padişahımızın ömrünü uzun etsin. Bize sultanlık lâzım değildir!” diye mukabelede bulunmuştu. Ağabeyinin naaşı kendisine gösterildikten sonra tahta çıkmayı kabul etmişti. Hırka-i Seâdet dairesinden getirilen Hazret-i Ömer’in sarığını başına giydikten sonra tahta oturup ellerini açarak: “Yâ Rabbî! Benim gibi zayıf bir kulunu bu makama lâyık gördün. Saltanat günlerimde milletimi hoşhâl eyle ve birbirimizden hoşnûd eyle!” diye duâ etmişti. Bu hâdise, padişahın hiç de deli olmadığının açık bir delilidir.

YALANDAN KİM ÖLMÜŞ!

Kaynaklar içinde bir tek Ravzatü’l-Ebrâr adlı tarih kitabında Sultan İbrahim kötülenir. Müellifi Karaçelebizâde Abdülaziz Efendi’nin padişahı tahttan indirenlerin elebaşı olduğu düşünülürse, bunun sebebini anlamak kolaylaşır. Bazı mektuplarından öğrendiğimize göre Sultan İbrahim şiddetli baş ağrısından muzdaripti. Bu sebeple asabi nöbetler geçirirdi. Muhtemelen beyninde bir ur vardı. Ayrıca şiddetli bir çarpıntısı bulunuyordu. Bugün bile Anadolu’da başı devamlı ağrıyana deli derler. Sultan IV. Murad Revan seferinden dönerken Revan Kalesi muhafızı Emirgûneoğlu’nu rehine olarak İstanbul’a getirmiş; Emirgân’da da bir köşk tahsis etmişti. Ara sıra uğrar, bilgilerinden istifade ederdi. Nitekim bu semtin ismi ondan gelir. Sultan IV. Murad’ın vefatını müteakip, kontrolden çıkıp, İran lehine casusluk faaliyetine başlayınca, Sultan İbrahim bunu idam ettirdi. Başının gömülü bulunduğu yeri bazıları Kesikbaş Türbesi diye ziyaretgâh yapmış; padişah hakkında delilik iddiasını yaymışlardır. Tıpkı Sultan Hamid’e Kızıl Sultan dendiği gibi.

Sultan İbrahim hakkında, samur kürkler içinde, sarayında güzel kızlarla gününü gün eden asabi ve sefih bir padişah tablosu çizilmiş; herkes de buna inanmıştır. Kaloriferin, hatta sobanın bile bulunmadığı bir zamanda, İstanbul gibi rutubetli bir şehirde, yüksek tavanlı geniş ve evlerde, insanlar ocaklarda odun yakarak ısınırdı. Bu sebeple hemen herkes kürk giyer, ancak kürk bugünkünden farklı olarak kaftanın içine dikilirdi. Sultan İbrahim zamanında çok şiddetli soğuklar olmuş, Haliç, hatta Boğaz donmuştu. Bu sebeple samur kürke rağbet artmış; sonra gelenler bundan haberi olmadığı için Samur Devri dediği bu zamanı bir sefahet devri zannetmiştir. Bunda İttihatçı tarihçi Ahmed Refik Altınay’ın da rolü vardır. Kadınlar Saltanatı, Ağalar Saltanatı, Samur Devri, Lale Devri gibi abartılı tabirler ona aittir.

NE DESEM KABUL EDİYORSUN

Halbuki tam aksine padişah saraylı hanımları, hatta annesi Mahpeyker Vâlide Sultan’ı bile devlet işine karıştırmamıştır. Sultan İbrahim, Osmanlı hanedanının son ferdi idi. Çocuk sahibi olmak için gösterdiği çabalar sefahet olarak değerlendirilmiştir. Baş ağrısını tedavi için doktorlar âciz kalmış, İstanbul’da nefesi kuvvetli diye bilinen kazasker Safranbolulu Hüseyin Efendi’nin padişaha okuyup biraz muvaffakiyet elde etmişti. Bu sayede çok iltifat görüp nüfuz kazanan Hüseyin Efendi, Cinci Hoca adıyla tanınmış ve padişahın hasımlarının artmasına sebep olmuştu. Nihayet padişahın bir oğlu olmuş ve hanedan Mehmed adı verilen bu şehzâde ile devam etmiştir.

Haksızlığa tahammülsüz tabiatı, sevenlerini azaltmış ve uzaklaştırmıştı. Halbuki fermanlarında vezirine hitaben “Eğer bir yanlış yazdım ise bildiresin” diyecek kadar mütevazı idi. Veziriazam Semin Mehmed Paşa’ya “Önceki lalam (vezirim) Mustafa Paşa bazen bana itiraz edip, bu iş makul değildir, derdi. Senden hiç böyle bir söz çıkmadı. Ne desem sualsiz kabul ediyorsun. Bunun aslı nedir?” diye sormuştu. Böylece etrafında işe yarar adam kalmamış, dalkavuk ve ikiyüzlü kimseler padişahın sonunu hazırlamıştı. Nasıl mı? Gelecek yazıda ele alalım...

GİRİT’İN FETHİ GECİKTİ

Sultan İbrahim tahttan indirildi

Zamanındaki en mühim hâdise Girit’in Venediklilerden fethidir. 1644 senesinde İskenderiye’ye giden 10 gemilik hususî bir yolcu filosuna Malta’daki St. Jean Şövalyeleri saldırdı. Gemide devlet ricâlinden mühim kimseler de vardı. Gemidekilerin bir kısmı şehid, bir kısmı da esir düştü. Esirler ve gemideki mallar Girit’e götürülüp satıldı. Venedik de bundan vergi aldı. Bu ise anlaşmaya aykırı idi. Bunun üzerine padişahın dâmâdı ve kaptan-ı derya Yusuf Paşa serdarlığında Girit’e sefer yapıldı. Hanya, ardından Resmo fethedildi. Kandiye kuşatıldı ise de bu sırada Sultan İbrahim tahttan indirildiği için fetih gecikti...

Prof. Dr. Erkem Buğra Ekinci
14 Nisan 2010

7 Nisan 2010 Çarşamba

31 Mart Vak’ası ve Sultan Abdülhamid

SULTAN ABDÜLHAMİD TAHTINI NASIL KAYBETTİ?

İsyanı bastırmak üzere İstanbul’a gelen Hareket Ordusu Yıldız Sarayı’nı sarıp ablukaya alarak açlığa mahkûm ederken; bir yandan da Mecliste padişahın tahttan indirilmesi müzâkere ediliyordu. Padişah muhakeme edilmek istediyse de, İttihatçılar “Ya beraat ederse, hâlimiz nice olur?” diyerek çekindiler. Zaten anayasaya göre padişah gayrı mesul idi. Hal’ için fetvâ gerekiyordu. Fetvâ Emini Nuri Efendi fetvâyı yazmak istemedi, zorlanınca da istifa etti. Mebus Elmalılı Hamdi Efendi‘nin hazırladığı metin, Meclise zorla getirilen Şeyhülislâm Ziyaeddin Efendi’ye aksi takdirde padişahı öldürme tehdidiyle imzâlatıldı. Fetvâda, isyana sebep olmak, masum insanları öldürtmek, din kitaplarını yaktırmak, devlet malını israf etmek gibi gülünç sebepler yer alıyordu.

HALİFEYE SAHİP ÇIKAN RUM

Meclis Reisi Gazi Ahmed Muhtar Paşa padişahın tahttan indirilmesi hususunda kanun teklifi verdi. Tarihte görülmemiş bir garabet örneği olarak fetvâ Mecliste oylandı. Mebusların müsbet oy vermekte çekinmesi üzerine kürsüye gelen Talat Bey komitacı kimliği ile mebusları tehdit ederek muhaliflerin ayağa kalkmasını istedi. Kimse ayağa kalkmadı. Sadece İstanbul mebusu bir Rum kalkıp, “Yazıktır! Hepiniz padişahın ekmeği ile yetiştiniz” diye itirazda bulununca, “Yobaz, hâin, mürteci!” haykırışlarıyla yaka paça Meclisten atıldı. Müslümanların halifesine Meclisteki onca sarıklının değil de, bir Rum’un sahip çıkması enteresandır.

27 Nisanda Meclis kararının padişaha tebliği, bir Ermeni, bir Yahudi, bir Gürcü ve bir Arnavut’tan müteşekkil heyete verildi. Heyetin reisi Emanuel Karaso, Talat Bey’in bankeri ve sırdaşı olup, Filistin’de bir Yahudi devletine karşı çıktığı için padişaha diş bileyenlerden idi. Sonradan padişahın “Müslümanların halifesine tahttan indirildiğini tebliğ edecek başka kimse bulamamışlar mı?” diyerek garipsediği heyet huzura çıkınca yekten, “Millet seni azletti. Canın emniyettedir” dedi. Olup biteni metânetle karşılayan Sultan Hamid “Kader böyle imiş. Allah biliyor ki benim bu isyanda hiç dahlim yoktur. Ömrüm boyunca devletin, milletin iyiliğine çalıştım. Şimdiden sonra Çırağan’da oturmama müsaade olunursa, milletime dua etmeye devam ederim” diye cevap verdi. Ancak hâlâ padişahtan çekinen hükûmet, kendisini Selânik’e sürgün etti.

Böylece İttihatçılar, kendilerine karşı tertiplenen bu isyan sayesinde büyük bir problemi çözerek padişahtan kurtuldular. Yıldız Sarayı tarihte görülmemiş bir yağmaya sahne oldu. Hareket Ordusu zâbit ve erleri saraydaki para, mücevherat ve mefruşatı paylaştı. Bunların listeleri sonradan neşredilmiştir. Sultan Hamid’in bütün mal varlığına el konuldu. Saraydaki kadınlar ve hizmetkârlar sokağa atıldı. Bunlardan bazılarını kabileleri gelip aldı. Bazıları Dârülaceze’ye girebilme saadetini buldu. Bazıları bekçi, polis, hamal, kayıkçılar tarafından götürüldü. Bazıları soğuk ve açlık şiddetiyle hayatını kaybetti. Bazıları karşılaştıkları felâkete dayanamayıp hayatına son verdi. Bazıları kötü niyetli kimselerce himaye vaadiyle Beyoğlu batakhânelerine sürüklendi. Birkaç sene evvel Harem-Suare adlı filmde bütün açıklığıyla tasvir edilen bu sahneler, tarihimizin en acı sayfalarından biridir. Sultan Aziz’in ailesine de benzer muameleler revâ görülmüştü. Nitekim ihtiyarlardan “Bu millet Sultan Aziz’e yaptıklarının cezâsını çekiyor. Sultan Hamid’e daha sıra gelmedi” sözünü çok işittik. Tahta çıkarılan Sultan Reşad, İttihatçıların elinde bir kukla olmaktan öte geçemedi ve üst üste gelen felâketleri buğulu gözleriyle seyretmekle iktifâ etti.

İNGİLİZ PARMAĞI MI?

31 Mart Vak’ası’nın ardında kimin olduğu bugün bile tam olarak ortaya çıkmamıştır. Çünkü İttihatçılar (Ermeni tehciri de dâhil olmak üzere) iktidarları sırasındaki hâdiselerle alâkalı bütün vesikaları kaçmadan önce imhâ etmişlerdir. İsyanın ardından kurulan mahkemeler alelacele karar verip infaz etmiştir. İsyanı İttihatçıların ve Almanya’nın tertiplediği zannedilmektedir. Ancak şurası bir gerçek ki İngiltere de isyanın ardındaki başlıca aktörlerdendir. Nitekim İttihatçılar arasında Germanofil ve Anglofil olmak üzere Alman ve İngiliz taraftarı iki muhalif cereyan vardı. Partinin Germanofillerin eline geçmesi üzerine İngiltere iktidarı kendi muhipleri eline verebilmek için bu isyanı tertiplemiştir. Nitekim Prens Sabahaddin, Derviş Vahdetî, Mizancı Murad Anglofil temsilcileri idi. İsyan muvaffak olsaydı, İngiltere kendi politikasına taraftar adem-i merkeziyetçi bir meşrutî idare kurmayı düşünüyordu. Böyle olsaydı, Osmanlı Devleti Birinci Cihan Harbi’nde İngiltere tarafında yer alır veya hiç girmezdi. Bu da tarihin seyrini değiştirirdi.

Ülkedeki İttihatçı muhalifleri de isyanı destekledi. Ancak isyan en çok İttihatçılara yaradı. Bu vesileyle ipleri iyice ellerine aldılar. Muhaliflerini de tehdit, sürgün, hatta ölüm ile kolayca sindirdiler. Sultan Hamid’in tahttan indirilmesi ile dünya Müslümanları güçlü bir hâmiden mahrum kaldılar. Bu da İslâm dünyasında geniş bir sömürge imparatorluğu kuran İngiltere, Fransa ve Rusya’ya rahat bir nefes aldırdı. Sultan Hamid’in bir yandan dünyanın süper güçleri, öte yandan Balkan devletleri, beri taraftan da imparatorluk içindeki halklar arasında kurduğu dengeler altüst oldu. Bu kargaşa bugün bile çözülememiştir.

31 Mart Vak’ası’nın hemen ardından Kanun-ı Esasî’de mühim değişiklikler yapılarak Osmanlı Devleti’nin rejimi tam manasıyla demokratik monarşi hâline getirildi. Padişahın bütün salâhiyetleri elinden alındı. Kısa bir zaman sonra İttihatçılar demokrasiyi askıya alıp kendi diktatörlüklerini kurdular. Böylece Saray’ın istibdadına dayanamayanlar, çok daha ağırına maruz kaldılar. Memleket, peş peşe savaşlar ve toprak kayıpları ile büyük bir felâkete uğradı. Sultan Hamid’in ülkede yürüttüğü bayındırlık, maarif ve sağlık hizmetleri akamete uğradı. Amansız bir partizanlık yanında, komitacılık, yani her şeyi en iyi bilmek ve fikirlerini gerekirse öldüresiye kabullendirmek iddiası hayatımıza girdi.

Prof. Dr. Ekrem Buğra Ekinci
07 Nisan 2010, Türkiye Gazetesi

Örnek bir irticâ(!) hikâyesi: 31 Mart

1889 senesinde kurulan İttihat ve Terakki Cemiyeti, süratle yayılarak 23 Temmuz 1908’de Meşrutiyeti ilan ettirmeye, parlamentoyu toplamaya muvaffak olmuştu. Sansürün kaldırılması üzerine gazete ve mecmualar Sultan Hamid aleyhine bir karalama kampanyasına girişti. Bu sayede hemen herkes padişaha yüz çevirdi.

FİKİR HÜRRİYETİNE KURŞUN!

Zamanla İttihatçıların da içyüzü ortaya çıktı. Baskıcı politikalarına her yerden muhalefet sesleri yükselmeye başladı. Telaşlanan İttihatçılar, ipleri ele almaya karar verdiler. 6-7 Nisan gecesi önde gelen muhaliflerden Serbesti gazetesinin yazarı Hasan Fehmi Bey Galata Köprüsü üzerinde İttihatçı fedailerce öldürüldü. On binlerin katıldığı cenaze, İttihatçılara karşı gövde gösterisi hâline geldi. Sonraları Ankara hükûmetine karşı çıkmasıyla tanınacak Ali Kemal Bey, mülkiyedeki dersinde “Bu kurşunlar fikir hürriyetine sıkılmıştır” diyerek talebeyi coşturdu; binlercesi kâtillerin bulunması isteğiyle Bâbıâli’ye yürüdü. Halktan katılmalarla binleri bulan kalabalık, Bâbıâli ve Meclis-i Mebusan’da yüz bulamadı; üstelik üzerlerine ateş açıldı.

İttihatçılar, darbeci mensuplarına yer açabilmek için orduda devr-i sâbık (eski devir) taraftarı gördükleri zâbitleri (subayları) tasfiye etmişti. Orduda Harbiye’den yetişen mektepli zâbitler yanında, erlikten başlayıp liyâkatiyle paşalığa kadar yükselen ve ordunun üçte ikisini teşkil eden alaylı zâbitler de vardı. Bunların da tasfiyesi reaksiyon doğurdu. O zamana kadar askerlikten muaf olan medreselilerin askere alınmak istenmesi, ayrıca mektepli zâbitlerin askerlerin ibâdetine engel olması, din aleyhtarı söz ve tavırları, üstelik askere siperlikli şapka giydirme teşebbüsü bardağı taşıran son damla oldu.

ALAYLI MISIN, MEKTEPLİ Mİ?

İttihatçıların, havası bulanık İstanbul’a asayişi korumak üzere Selânik’ten getirdikleri avcı taburları ayaklandı. İsyancılar önlerine çıkan Adliye Nâzırı Nâzım Paşa ile İttihatçı yazar Hüseyin Cahit zannettikleri Lazkiye Mebusu Aslan Bey‘i vurdu. Hükûmet ve mebuslar korkuyla dört bir yana sindi. Kimse askerin neden ayaklandığını bilmiyordu. Çokları, İttihatçıların diktatörlüğüne karşı fırsat bildiği isyana katıldı. Birinci Ordu kışlaları ve harb gemileri ele geçirildi. Yıldız Sarayı’nın bombalanacağı şâyiası üzerine torpido kumandanı Ali Kabulî Bey linç edildi. 31 Mart Vak’ası resmî ifadelere göre mürtecilerin (gericilerin) “Şeriat isteriz” diyerek ayaklandığı, hürriyete, demokrasiye, ilericiliğe karşı bir irticâ hareket olarak lanse edilir ve Sultan Hamid aleyhtarı propagandanın mühim bir vasıtası olarak kullanılır. Hatta baskı ve zulme karşı çıkanlar bugün bile irticâ (gericilik) ile suçlanır. Bir saatte bastırılabilecek isyanın 11 gün sürmesi dikkat çekicidir. Mahmud Şevket Paşa’nın ekserisi Bulgar asıllı gönüllülerden topladığı ordu Selânik’ten hareket etti. 15 bin kişilik bu orduya, o zamanlar kolağası (önyüzbaşı) Mustafa Kemal Bey Hareket Ordusu adını verdi. Ordu Yeşilköy’de bazı mebuslarla görüşüp padişahı tahttan indirmeyi kararlaştırdı. Yıldız Sarayı sarılıp muhafızların silahları toplandı. Birkaç çatışma neticesi vaziyete hâkim oldu. İsyancılar teslim oldu. Kaçmak isteyenler vuruldu. Kurulan divan-ı harb neticesi 500 kişi mahkûm oldu. 70’i asıldı. İsyancılardan 300, hareketçilerden 150 kişi öldürüldü. İsyancılardan ölenler bir Ermeni mezarlığında açılan çukura dolduruldu. İttihatçılardan ölenler için Şişli’de Âbide-i Hürriyet adıyla bir anıt-kabir yaptırıldı. Sonradan yurt dışından Enver, Talat gibi İttihatçı naaşları da getirilip buraya defnedildi. Asılanlar arasında en muhalif Volkan gazetesi sahibi ve İttihatçıların İngiliz taraftarı koluna mensup Kıbrıslı Derviş Vahdetî de vardı. Volkan yazarı Said Nursî, Serbesti yazarı Mevlanzâde Rıfat, hatta İttihatçıların muhalif kanadından Prens Sabahaddin ve Mizancı Murad da sürgün edildi.

31 Mart Vak’ası’nın mesuliyeti İttihatçılar tarafından padişaha yüklenmişti. Halbuki padişahın bu işte en ufak bir dahli yoktu. Bunu zaman içinde İttihatçılar bile itiraf etmiştir. İstese isyanı yönlendirip destekleyerek muvaffak olmasını temin edebilirdi. Ancak padişah hâdiseyi uzaktan izleyip, her zamanki gibi “Bekle gör!” siyaseti takip etmiştir. Nitekim İttihatçıların muhaliflerinden Şefik Paşa “Padişah, derhal isyanı bastırıp, bu vesileyle İttihatçıları idareden uzaklaştırabilirdi. Hatası budur” diyor. Muhtemelen “isyan muvaffak olursa İttihatçılardan kurtuluruz; olmazsa beni kimse mesul tutamaz” diye düşünmüştür.

ASKERLERE GÜVENMİYORDU

Hareket Ordusu’na kardeş kanı dökmek istemediği için müdahale etmediği söylenir. Ancak bunlara karşı çıkması beklenenlerin İttihatçı olduğu nazara alınırsa, padişahın İstanbul’daki askerlere güvenmediği daha doğru olsa gerek. Şurası da bir hakikattir ki tahta çıktığından bu yana en ufak teferruatla bile uğraşmak zorunda kalan veya kendisini öyle hisseden padişah yaşlanmış, yorulmuş ve usanmıştı. Yapayalnızdı. Vezirler, askerler, ulemâ, hatta kendi ailesi bile padişahtan yüz çevirmişti. Memleket menfaatini düşündüğü için etrafındakilerin haksız emel ve beklentilerine cevap vermekten kaçınan idareciler hep bu akibete maruz kalır.

Prof. Dr. Ekrem Buğra Ekinci
31 Mart 2010, Türkiye Gazetesi

Ermeni Tehcîri

Soykırım komplosu

1915 Ermeni tehcîri, savaş bölgesindeki Ermeni nüfusunun, müttefikimiz Almanya Genelkurmayının baskısıyla, savaş dışı o zamanki güney eyaletlerimize, aileler birbirinden ayrılmadan Ermenilerin zorunlu göçe tâbi tutulmasıdır. Ermeniler, o coğrafyada erkekleri askere gitmiş çoğunluğu Kürt köylerini basıp henüz doğmuş çocuklara kadar her türlü işkenceyle öldürüyorlardı. Savaştığımız Rusya’nın silâhlandırdığı Taşnak ve Hınçak çeteleri ile birlikte eylem yapıyorlardı. Göç sırasında eski Kürt süvari Hamîdiye alayları mensupları, Ermeni kafilelerini basarak zayiat verdirdi. Yolsuzluk, iklim, kıtlık, salgın, daha da büyük kayıplara yol açtı.

Bu olayın, soykırım kavramı ile ilgisi yoktur. Bu iddia şöyle oluştu: 1916’da İngiltere Parlamentosu, büyük savaşın ortasında, Wellinton House denen savaş propaganda dairesine 2 cilt Blue Book (Mavi Kitap) yayınlattı. Yazar ve düzenleyicileri diplomat James Bryca ile çok ünlü Bizantinist tarihçi Prof. Arnold Toynbee‘dir. (O sırada BIS: Britanya Haber Alma Servisinde çalışıyordu.)

Kitabın ilk hedefi, Birleşik Amerika’yı kışkırtarak İngiltere-Fransa-Rusya yanında Almanya-Avusturya Macaristan-Türkiye imparatorluklarına karşı savaşa sokmaktı. Mavi Kitab’ın ilk cildinde, Almanlar’ın işgal ettikleri Belçika ve Kuzey Fransa’da insanları öldürüp sabun yaptıkları, kadınların hepsine tecavüz ettikleri, yalancı şahitlerin ifadeleriyle anlatılır. Barıştıktan sonra 3 Aralık 1925’te dışişleri bakanı (sonra başbakan) Austin Chamberlain, Lordlar Kamarası’nda, Mavi Kitab’ın ilk cildinde Almanlar hakkındaki ithamların (savaş gereği propagandadan ibaret) bulunduğunu söyledi.

Ermeni tehcîrine gelince, İngilizler, işgal ettikleri İstanbul’da ve tehcîr suçlaması ile Malta’ya sürdükleri milliyetçi milletvekillerimiz için Malta’da mahkemeler kurdular. 2 valimizi asarak şehid ettiler. Sanıklar, Ermeni katliâmından suçsuz bulundu.

Toynbee sonradan, Mavi Kitab’ta Türkler’in 1.8 milyon olarak abartılan Osmanlı-Ermeni nüfusunun üçte birini (yani 600.000 kişiyi) öldürdükleri iddiasının Taşnak partisi üyesi olduklarını anladıkları (!) 150 tanığın yalan ifadelerine dayandığını, esasen savaş propagandası sayılacağını yazdı. Başka eserlerinde de Osmanlı’nın imparatorluk yönetiminin İngiltere, Fransa, İtalya’nın sömürge yönetimlerinden çok daha üstün olduğunu anlattı.

İşte Ermeniler’in yaygara koparıp Türkiye’yi dolandırmak teşebbüsleri, geniş ölçüde 1915 tarihli bu Mavi Kitab’a dayanır.

Yılmaz Öztuna
Türkiye Gazetesi, 07 Nisan 2010